24 Kasım 2009 Salı

IRAK SELÇUKLU SULTANLARININ EVLİLİKLERİ



Ergin AYAN

Doç. Dr., Ordu Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Ordu, e-posta: alpsunkar@hotmail.com
Özet
Bu çalışmamızda Mahmud b. Muhammed Tapar‟dan başlamak üzere Irak Selçuklu sultanlarının evliliklerini ele alıp, bunların siyasi yönlerini aydınlatmaya çalıştık. Söz konusu evlilikler sadece hanedanlar arasında değil, eski Türk geleneğine göre hanedan üyelerinin ölen kardeşlerinin dul eşlerini almak suretiyle de gerçekleşmiştir. Buna örnek olarak Muhammed b. Mahmud‟un, kardeşi Davud‟un dul kalan karısı; Arslanşah b. Tuğrul‟un ölen amcasının oğlu Muhammed‟in karısıyla olan evlilikleri gösterilebilir. Şüphesiz bu tür evlilikler iç siyaset bakımından devletin bekası için yapılmıştır. Dış siyaset icabı yapılan evlilikler ise daha ziyade yabancı ülkeleri işgale zemin hazırlama, ittifaklar kurma veya o ülkeleri hâkimiyet altında tutma amacı taşımaktadır.



Anahtar Kelimeler: Tuğrul, Gevher Hatun, Zübeyde Hatun, Melikşah, İldeniz


Abstract


In our study, beginning from Mahmud b. Muhammed Tapar, we studied the dynastic marriages of the Irak Seljuqids in an effort to enlighten the political aspects of the marriages. The marriages in question didn‟t occured only between dynasties. Also the members of the dynasty married to the widows of their brothers as an ancient Turkish tradition. The marriage of Muhammed b. Mahmud‟s with his brother Davud‟s widow and Arslanshah b. Tughril‟s marriage with his cousin Muhammed b. Mahmud‟s widow can be shown as example to this tradition. Obviously, these marriages were done for the domestic politics to save the stability of the state. Yet the political marriages that were done for the profit of the foreign politics had the meanings such as preparation of the invasion of the countries or to form alliances or to keep those countries under control.


Keywords: Tughril, Gevher Hatun, Zubeyde Hatun, Malikshah, Ildegiz


Giriş


Selçuklu tarihlerinde sultanların, melik ve melikelerin evlilikleri genellikle siyasi bir maksada işaret etmekte, gerek devlet yönetiminde ve gerekse hanedanlar arasındaki münasebetlerde önemli bir yer tutmaktadır. Daha önce bu konuyla ilgili “Büyük Selçuklu Sultanlarının Siyasi Evlilikleri” adlı bir çalışmamızı Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi’ne göndermiştik. Bu yazımızda evlenmeler yoluyla, yabancı ülkeleri işgale zemin hazırlama, ittifaklar kurma veya o ülkeleri hâkimiyet altında tutma siyasetinin, eski Türk devletlerinde sürekli uygulandığını belirttikten sonra Hun hükümdarlarının evliliklerinden örnekler vermiştik. Bu araştırmamızdan çıkardığımız sonuca göre Büyük Selçuklu hükümdarları, birkaç istisna dışında evliliklerini hep siyasi amaçlarla gerçekleştirmişlerdir. Irak Selçuklu meliklerinin evlilikleri ise Büyük Selçuklu hükümdarlarının evlilikleri kadar siyasi olmamıştır. Bunun nedeni şüphesiz Irak Selçukluları’nın Büyük Selçuklular’a tâbi olmasıdır. Bu tabiiyet dolayısı ile Irak Selçukluları siyasi ve idari bir yapı olarak ortaya çıkışlarından itibaren Sultan Sancar’ın ölümüne kadar tam bağımsız bir devlet karakteri arz etmemektedir. Irak Selçuklu sultanlarının evlilikleri Gürcü prensesleriyle yapılan evlilikler dışında genellikle iç siyaset bakımından değer taşımaktadır. Bu çalışmamızda Irak Selçuklu sultanlarının evlilikleriyle bunların siyasi amaçlarını ve düğünlerinin ayrıntılarını araştırdık.
 
Irak Selçukluları’nın Kuruluşunu Perçinleyen İki Evlilik



Sultan Muhammed Tapar’ın ölümünden sonra, 25 Zilhicce 511 (19 Nisan 1118)’de oğlu Mahmud tahta oturtularak Büyük Selçuklu sultanı ilan edildi1. Öte yandan Sultan Muhammed Tapar’ın kardeşi olan Horasan Meliki Sancar, yeğeni Mahmud’a karşı saltanatta hak iddiasına girişti. 513 (1119)’de Sâve yakınlarında yapıldığı belirtilen savaşta galip gelen Sancar, savaş sonrasında yeğenini affetti ve barış yapmağa razı oldu2. Sancar, Irak, Fars, Ermenistan, Diyarbekir ve Şam’ı içine alan batı bölgelerini Mahmud’un hâkimiyetine bırakırken başkenti İsfahan olan Irak Selçukluları Devleti de kurulmuş ve Sancar’ın Büyük Selçuklu hükümdarlığı da başlamış oluyordu. Bu münasebetle 26 Cemâziyelevvel 513 (4 Eylül 1119) gününden itibaren hutbe, büyük sultan olarak Sancar adına okutulmaya başlandı3.


Sultan Sancar, Sâve Savaşı’ndan sonra barışmak ve affedilmek üzere huzuruna çıkan yeğeni Mahmud’un getirdiği çok değerli hediyelerden sadece 5 Arap atını kabul etti ve oğlu olmadığından onu veliaht atadı. Ayrıca, kızı Mahmelek Hatun’u Mahmud ile evlendirdi (513/1119). Sultan Sancar kızını yeğeni Mahmud ile evlendirmekle:
1- Devleti, kuruluşundaki gibi idari yönden paylaştırdıktan sonra, erkek evlâdı olmadığından kendisinden sonra devletin başına en azından anne tarafından kendi kızlarından birinin çocuğunun gelmesini amaçlamıştır. 2- Kızını yeğeni ile evlendirmekle zaten hanedandan biri olan Mahmud’u kendisine daha sadık bir tâbi durumuna getirmiştir.
3- Bu münasebetle batı bölgelerini emniyete alıp, doğu meseleleriyle daha rahat ilgilenme imkânı bulmuştur.
4- Aşağıda anlatacağımız gibi, bir kızı ölünce diğer kızını Mahmud’la evlendirmesi, yukarıdaki hususları teyit etmekte ve bu evliliklerin Sultan Sancar adına siyaseten zorunlu olduklarını göstermektedir.



Bu düğün münasebetiyle kızını mükemmel çeyizler, altın ve değerli taşlar ile süslü mehaffe ve fillerle Horasan’dan Irak’a yolladı. Çok geçmeden Mahmelek Hatun, 17 yaşında öldü (516/1122-1123). Sultan Sancar’ın eşi yani Mahmelek’in annesi Emir Sitti Hatun, bu kez dev öteki kızı Gevher Neseb’i Sultan Mahmud ile evlendirdi. Bir süre sonra Gevher Neseb de öldü (524/1130)4. Vezir Dergüzînî de rakibi olan Aziz adıyla ünlü Ebû Nasr Ahmed’i tutuklatmak için bu olaydan faydalanmak istedi. O, adamları vasıtasıyla Sultan Mahmud’a “Amcan Sancar iki kızının mirasını ve mücevherlerini istemek için elçi göndermiş” şeklinde bir haber ulaştırdı. Sultan Mahmud’un mali sıkıntı içinde olduğundan, bu mücevherleri geri vermeğe niyeti yoktu. Dergüzînî, bu konuda sultana “Sancar senin mazeretini kabul etmez, güvene layık bir adamdır diye Aziz‟in tanıklığını ister. Tehlikeyi ortadan kaldırmak için onu tutuklatmak gerektir.” demiş, ayrıca Aziz’i tutuklattığı zaman 300.000 altın ödeyeceğini söylemişti. Sultan Mahmud, Aziz’i tutuklatınca vezir emeline kavuşmuş oldu. Daha sonra Sultan Sancar’ın elçisi gelince Sultan Mahmud, onun elçiliği hakkında önceden söylenen sözlerin hiç birini ondan işitmedi. Bu nedenle Mahmud, vezirin yalan söylediğini anladı ve ona adam göndererek, vaat ettiği parayı istedi (1130-1131). Bu olaydan bir süre sonra Sultan Mahmud, Bağdad’dan Hemedan’a giderken yolda hastalanarak 16 Şevval 525 (11 Eylül 1131)’de öldü5. Devletşah, eserinde Sultan Sancar’ın kızlarından birinin adını Sitî Hatun olarak vermekle beraber, bu isim diğer kaynaklarda verilenlerle birbirini tutmamakta ve Sitî Hatun Sultan Sancar’ın eşi olarak görülmektedir6.

Atabeg İldeniz’in Eşi Dul Selçuklu Melikesi


Sultan Mahmud öldükten sonra vezir Dergüzînî ve Aksungur el-Ahmedîlî Mahmud’un oğlu Davud’u Hemedan’da tahta çıkardılar. Bütün Cibâl bölgesinde ve Azerbaycan’da Davud adına hutbe okutuldu. Ancak Davud, amcaları Mesud ile Selçukşah’ın taht mücadelesine girmeleri üzerine Azerbaycan’a çekilerek taht iddiasından vazgeçti. Irak Selçukluları tahtında baş gösteren karışıklıklar üzerine Sultan Sancar batıya doğru hareket edince Mesud, Selçukşah, Atabeg Karaca ve Halife Müsterşid (1118-1135) arasında bir ittifak kuruldu. Sonunda Dinever yakınlarında yapılan savaşı Sultan Sancar kazandı (8 Receb 526/25 Mayıs 1132). Sancar Irak işlerini düzene koyarak I. Tuğrul b. Muhammed Tapar’ı tahta çıkardı7. I. Tuğrul’dan sonra Irak Selçukluları tahtına çıkan Mesud’un ilk işi Melik Davud’dan gelebilecek herhangi bir tehlikeyi önlemek üzere yeğeni Davud’u veliaht yapıp, kızı Gevher Hatun ile evlendirmek ve Azerbaycan, Errân ve Ermeniyye bölgelerini ona ikta etmek olmuştur8.



I. Tuğrul (1132-1134)’un kaynaklarda adı geçen eşi Mümine Hatun’dur. Sultan Mesud, kardeşi Sultan I. Tuğrul ölünce dul kalan karısı Mümine Hatun ile Azerbaycan Atabegi Şemseddin İldeniz’i evlendirdi. İldeniz’in Mümine Hatun’dan Cihan Pehlivan ve Muzaffereddin Kızılarslan adında iki oğlu oldu. İldeniz, bu evlilik vesilesiyle ve bilhassa karısının I. Tuğrul’dan olan oğlu ve kendi çocukları ile beraber yanında büyüttüğü Arslanşah’ı ileri sürmek suretiyle, Sultan Mesud’un vefatı üzerine, Selçuklu melikleri arasındaki taht kavgalarına müessir bir şekilde müdahale etmekte idi9. El-Hüseynî’ye göre, İldeniz iktaları dağıtıyor ve hazineleri idare ediyordu. Arslanşah ise onun işlerine hiç karışmıyordu. Hatta Atabeg İldeniz’in iktaları istediği gibi tasarruf etmesi canını sıkıyordu. Bu hususta söylenmeğe başladığı vakitte anası yani İldeniz’in zevcesi: “Bu adama karşı bir şey söyleme, bu adam senin için kendi nefsini muhataraya koydu, kaç kere harplere girdi, ölümlerle çarpıştı, senin uğrunda varını yoğunu sarf, kölelerini ve adamlarını telef etti. Nihayet seni sultan yapmağa muvaffak oldu. Selçuk sultanlarından ne kadar kimseler var ki, yaşça senden büyük oldukları halde hapislerde fena bir maişet içinde yaşıyorlar. Sen saltanat tahtında olduğun için onlar harekete muktedir olamıyorlar. Hâlbuki Atabeg İldeniz ve iki oğlu sana hizmet ediyorlar, senin düşmanların ile çarpışıyorlar. Sen rahat ile vakit geçiriyorsun. Atabeg İldeniz ne zaman birine ihsanda bulunursa yahut birisini ihsandan men ederse o senin devletinin salahı ve mülkünün sebatı içindir. Onun yaptığı işlere karışma, ondan sana bir zarar gelmesinden korkma; o senin memlûkundur” derdi10. Mümine Hatun Atabeg İldeniz’in Gürcistan seferi sırasında11 Hemedan’da vefat etti. Bu hatun hakkında Râvendî şunları ifade ediyor: “Devletin nizamı ile ülkenin düzgünlüğü sanki o hatunun saadetinin sayesinde idi. Çünkü o dindar ve iyi işli idi. Tanrı‟dan korkardı. Alimlere iyilik etmek, zahidlere sadaka ve câize göndermek adeti idi. Beğenilmiş işlerinden biri de şu idi: Sultanı Azerbaycan‟a götürdüğü zaman, bütün Hemedan‟ın kendisine uyduğu, önder ve muhteremi Hâce İmâm Şeyhülislâm Zahîreddin Belhî‟ye buyurdu ki, “İstiyoruz ki imamların ve İslâm alimlerinin ayağının uğuru alemin efendisinin yanında bulunsun. Büyük imamlardan bir kaçını seç de seninle birlikte gelsinler ve gazilerin kazanacağı sevaba onlar da nail olsunlar”. Hâce on kişi seçti. Bu dindar hatun binmeleri için kolanı bağlı on katır ve eşyaları ile yolluklarını taşımaları için on katır, mutbak, şarabhane levazımatı, kilim, battaniye ve yatak gönderdi. İhtiyaçları olduğu kadar yiyecek de yolladı. Bin akçe verip, “Şimdilik sarf etsinler, biz her konakta muhtaç oldukları şeylerin temin edilmesini emrederiz” dedi. Oraya ulaştıkları ve Abhazların ordusu karşılarına çıktığı zaman İslâm ordusuna bir gevşeklik ve kudretsizlik arız oldu. O saadetli hatunun gayreti tesirini gösterdi; Hâce Zahîreddin Belhî, meşhur Destan oğlu Rüstem‟in bile hayatta olsaydı yapamayacağı bir şekilde nara atıp, hücum etti. Atabag-i Azam ve bütün emirler onu takip ettiler. Abhazlar mağlup oldu ve kimsenin hatırına gelmeyen bir zafer kazanıldı.



Bu saadetli hatun alimlere bakmada, onlara ihsanda bulunmada buna benzer pek çok şey yapmıştı. Ölümünden bir ay sonra Atabeg İldeniz‟in de yine Nahcivân‟da ölüm haberi geldi. Ölüleri Hemedan‟da yaptırmış oldukları medreselere nakledildi”12.


I. Tuğrul, Muharrem 529 (Ekim-Kasım 1134)’de vefat etti ve Hemedan’da kendi yaptırmış olduğu medresede defnedildi13.

Sancar’a Karşı Mesud-Halife Hısımlığı


I. Tuğrul’dan sonra Irak Selçukluları tahtına çıkan Sultan Mesud (1134-1152)’un annesi Muhammed Tapar’ın gözdelerinden idi. Ona Nist Ender Cihan derlerdi. Manası “dünyada misli olmayan” demektir. Sultan Mahmud, bu hatunu Emir Mengübars ile evlendirmişti. Mengübars ise Sultan Mesud ile 531 (1136-1137) yılında Gurşenbîh denilen yerde yaptığı savaşta öldürülmüştür14.


Sultan Mesud, birçok kez evlenmiştir. Kaynaklara göre ilk karısı amcası Berkyaruk’un kızı Zübeyde Hatun’dur. Zübeyde Hatun’un devlet işlerinde çok nüfuzlu olduğunu aşağıdaki olaylardan anlamaktayız. Sultan I. Tuğrul’un ölümünden sonra Mesud’un tahta çıkmasına mani olmak isteyen, fakat bunu başaramayan bir grup kumandan, bir Selçuklu melikine katılacakları yerde Halife el-Müsterşid'e iltica etmişlerdir. Bunlar arasında Barankuş Bâzdâr, Kızıl Ahûr, Hemedan valisi Sungur b. Humartegin, Abdurrahman15 b. Togayürek ve diğer bazı emirler de vardı16. Bondârî bu listeye Borsuk, Zencân hâkimi Sungur ve Haydar b. Şirgîr’i ilâve etmektedir. Bu müellife göre, bu emirlerin Mesud’a karşı tavır almalarının sebebi Emir Karasungur ile Barankuş Bâzdâr arasında çıkan nüfuz mücadelesidir. Barakuş Bâzdâr, Mesud nezdinde rütbe ve itibar sahibi olup, ona tahakküm ediyordu. Diğer taraftan Atabeg Karasungur askerleri ile beraber Mesud’un hizmetine yeni gelmişti. Karasungur, Mesud’un zevcesi olan Berkyaruk’un kızı Zübeyde Hatun’dan çekiniyordu, çünkü bu hatunun sultanın üzerinde büyük bir etkisi vardı. Bundan dolayı Karasungur Zübeyde Hatun’la iyi geçinmeyi ve onu kendi hesabına kazanmayı lüzumlu görmüş ve çeşitli hediyelerle bu işi başararak, sultanm nezdinde nüfuz ve itibar sahibi olmuştu. Fakat bu durum Barankuş Bâzdâr’ın hiç hoşuna gitmedi ve o adını saymış olduğumuz diğer emirlerle beraber Mesud’u terk etti17. Zübeyde Hatun 532 (1137-1138)’de vefat etmiştir18. Kaynaklara göre Sultan Mesud’un bu hatundan çocuğu olmamıştır.



Sultan Mesud bundan sonra aynı yılın Cemâziyelevvel ayında (Ocak-Şubat 1138) Dübeys b. Sadaka’nın kızı Seferî Hatun ile evlenmiş olmakla beraber, kaynaklarda bu hatun hakkında tafsilât verilmez. Dübeys, 529 (1134-1135) yılında Halife el-Müsterşid’in Bâtınîler tarafından öldürülmesinden sorumlu tutularak, aynı yıl Sultan Mesud tarafından bir Ermeni köleye öldürtülmüştü19. Anlaşıldığına göre Mesud, Dübeys’in öldürülmesinden üç yıl sonra, onun kızıyla evlenmiştir. Ayrıca Sultan Mesud’un 1138 yılı içinde üç evlilik yaptığı ortaya çıkmaktadır. Bunlardan ikincisini adı kaynaklarda verilmeyen bir Kirman melikesi ile yapmıştır. Irak Selçukluları ile Kirman Selçukluları arasındaki iyi ilişkiler bilhassa bu evlilik vasıtasıyla sağlanmıştır. Sultan Mesud, Kirmanlı bir Selçuklu melikesi ile gerçekleştirdiği bu evlilik münasebetiyle Bağdad’da büyük bir düğün töreni gerçekleştirmiştir (Ramazan 532/Mayıs Haziran 1138)20. Aynı yıl gerçekleşen üçüncü evliliği ise Amidüddevle İbn Cüheyr’in kızı Ümmühâ Hatun ile olmuştur21.


Bunların dışında Halife el-Muktefî (1136-1160) ile ilişkilerini geliştirmek için ona kızı Fâtıma’yı vermiş kendisi de halifenin kızıyla evlenmiştir. Halife bu münasebetle Cemâziyelahir 534 (Ocak-Şubat 1140)’de Sultan Mesud’un kızı Fâtıma22 ile zifafa girmiş, Fâtıma’nın halife sarayına götürülmesi dillere destan bir gün olmuştur. Bağdad kapıları düğün dolayısıyla birkaç gün kapatılmış ve süslenmiştir. Diğer taraftan Sultan Mesud da aynı yılın Receb (Şubat/Mart) ayında Halife el-Muktefî’nin kızıyla nikâhlanmış, fakat kızın yaşı küçük olduğundan, sultanın sarayına beş yıl sonra götürülmesine karar verilmiştir23.



Sultan Mesud’un bütün bu evliliklerinden kaç tane çocuğunun olduğunu kesin olarak tespit edemiyoruz. Sadece Kirman melikesinden bir erkek çocuğunun dünyaya geldiği ve bu olayın kutlanması için Bağdad’da yedi gün törenler ve eğlenceler tertip edildiğini bilmekteyiz24. Fakat bu erkek çocuğunun çok küçük yaşta öldüğünü, Sultan Mesud’un çocuğu olmadığı için Melik Muhammed b. Mahmud’u veliaht tayin etmesinden anlamaktayız.


Ayrıca Bondârî’nin bir kaydından Sultan Mesud’un Gürcistan kraliçesinin kızı Abhâziye Hatun ile evlendiğini25 anlıyoruz, zira aşağıda belirttiğimiz gibi, bu kadınla Süleymanşah da evlenmiştir. Sultan Mesud, 1 Receb 547 (2 Ekim 1152)’de vefat etmiş ve Hemedan’daki Serberze medresesine defnedilmiştir26.

Melikşah-Süleymanşah-Muhammedşah


Mesud’un ölümünden sonra tahta çıkan yeğeni Melikşah b. Mahmud, sadece üç veya dört ay tahtta kaldıktan sonra Şevval 547 (Aralık 1152/Ocak 1153)’de saltanattan indirilmiştir27. Kaynaklarda Melikşah’ın eşi veya eşleriyle ilgili herhangi bir habere rastlanmıyor. Sadece onun içki ve kadına düşkünlüğü zikredilirken, İbnü’l-Esîr tarafından Mahmud adındaki bir oğlundan ve kendisini öldüren bir cariyesinden bahsedilmektedir28.


Bondârî’nin rivayetine göre, Melikşah amcası Süleymanşah, tahta çıkınca, onun zevk ve eğlence ile vakit geçireceğini bildiğinden, kâfi derecede hazırlık yapıp, çok sayıda askerle birlikte İsfahan’a geldi. İsfahan halkı onu sevinçle karşılayıp, itaat etti. Melikşah, halkı kendisine celb etmek için etrafa mektuplar göndermekle beraber, kendisi de zevk ve eğlenceye daldı. Bir ay sonra onun ölüm haberi geldi29. Sultan Melikşah muhtemelen 555 (1160) Isfahan’da zehirletilmiştir. İbnü’l-Esîr’in rivayetine göre, Melikşah, Isfahan’daki taraftarlarının çoğalması üzerine, Bağdad’a haber gönderip, amcası Süleymanşah adına okunan hutbenin kesilip, kendi adına okutulmasını istemiştir. Bunun üzerine Halifenin veziri Avnuddin Hubeyre, Ağlabek adlı bir hadımını görevlendirdi. Ağlabek, Hemedan kadısından bin dinara bir cariye satın alıp, bu cariyeyi Melikşah’a sattı. Ağlabek onu Melikşah’ı zehirlemekle görevlendirmişti. Cariye Ağlabek’in dediklerini yaparak, Melikşah’ı kızarmış et ile zehirledi30.



Melikşah’ın tahttan indirilmesinden sonra kardeşi Muhammed b. Mahmud tahta çıktı. Daha önce Sultan Mesud, eski bir Türk geleneğine uygun olarak, Melik Muhammed (1153-1159)’i ölen Davud’un dul karısı ve kendi kızı olan Gevher Hatun ile evlendirmiş ve oğlu olmadığı için onu veliaht ilan etmişti (541/1146-1147)31. Sultan Muhammed’in ilk evliliği budur. Gevher Hatun 549 (1154-1155) yılında öldüğü zaman Sultan Muhammed buna son derece üzülmüş, matem için oturmuş ve çok ağlamıştır. Müellif İsfahanî bu matemde bulunan ulema zümresinin içinde bulunduğunu kaydediyor32.


Sultan Muhammed diğer bir evliliğini vefatından kısa bir süre önce Kirman Selçukluları hükümdarı Tuğrulşah’ın (1156-1168) kızı Hatun-u Kirmaniyye ile yapmıştır. Bu evlilik münasebetiyle Sultan Muhammed’in eşi Gevher hatun’un öldüğü aynı yılda Kirman melikinin elçisi gelip, birçok hediyeler takdim etmiştir. Buna karşılık Kirman melikinin kızını Sultan Muhammed’e istemek için Cemaleddin İbnü’l-Hocendî Kirman elçisiyle beraber Kirman’a gönderildi. Râvendî ve Bondârî’ye göre, bu tarihte cereyan eden bu elçilik münasebetinin üzerinden yaklaşık 5 yıl geçtikten sonra Receb 554 (Temmuz-Ağustos 1159)’te Hemedan’a döndüler. Sultan, hasta olduğu ve ölümün eşiğinde bulunduğu halde Kirman melikesiyle evlenmeğe kalkıştı. Daha önemli işleri olduğu halde bunu istedi. Bu uğurda mal sarf etti, cihâz ve hediyeler gönderdi. Nihayet Hatun-u Kirmanî geldi, onun oturması için köşkler süslendi. Bu sırada Hemedan’da bulunan sultan hasta olduğu için hatunu bir mehaffe içerisinde karşıladı. Ona sahip olmağa kudreti bulunmadığı halde yanında alıkoydu. Fakat gelinin bekâretini bozmağa takati yetmedi. Gerdeğe bile giremeden hatun 5 ay padişahın nikâhında kalmıştı.. Bu nedenle hatun daha sultan ölmeden dul olarak yanındaki çadırda yaşadı. Bundan sonra sultan ölü ile diri arasında yaşadı ve 554 yılı Zilkade sonu Cumartesi günü (12 Aralık 1159) vefat etti33.


Sultan Muhammed’in bu evliliklerden bir oğlunun dünyaya geldiğini biliyoruz. Kaynaklara göre Muhammed küçük yaşta bir çocuk bırakmıştı. Orduların bu çocuğa itaat etmeyeceklerini tahmin ediyordu. Çocuğunu Atabeg Hasbeg b.Aksungur el-Ahmedîlî’ye tevdî ederek, onu memleketi olan Merâgâ şehrine götürmesini söylemişti34. Merâgâ atabegi Hasbeg, daha sonra Sultan Arslanşah zamanında Halife el-Müstencid (1160-1170)’e bir elçi göndererek, atabegi olduğu Sultan Muhammed’in oğlu adına hutbe okutmasını isteyerek, Arslanşah’a karşı isyan etmiş oldu. Selçukluların iç çatışmalarla zayıflamaları açısından bunu bir fırsat sayan halife, bu isteği siyasetine uygun bularak derhal kabul etti. Fakat bu sefer Atabeg İldeniz duruma müdahale ederek, oğlu Cihan Pehlivan kumandasındaki bir orduyu Hasbeg üzerine gönderdi. Merâgâ yakınlarında yapılan savaşı Pehlivan kazandı ve Hasbeg Merâgâ’ya kapandı ve bu münasebetle bütün iddialarından vazgeçerek, Arslanşah’ın sultanlığını kabul etmek zorunda kaldı (563/1167-1168)35. Bundan sonra kaynaklar bu çocuktan bir daha bahsetmemektedirler.



Muhammed’den sonra tahta çıkan amcası Süleymanşah, Sultan Muhammed Tapar’ın en küçük oğludur. Süleymanşah, eskiden beri amcası Sultan Sancar’ın yanında bulunuyordu. Sultan Sancar, onu veliaht tayin etmiş ve Horasan minberlerinde adına hutbe okutmuştu. Sultan Sancar Oğuzlara esir düşünce Süleymanşah Horasan Selçuklu ordularının başına geçti. Fakat Horasan askerleri Oğuzlar karşısında başarısız olup, zayıf düşünce Harezmşah İl-Arslan’ın yanına gitti. O da Harezmşah Atsız’ın kızı olan kardeşiyle Süleymanşah’ı evlendirdi, fakat daha sonra hoşuna gitmeyen bazı davranışları yüzünden, onu yanından uzaklaştırdı36. Bondârî’ye göre Hemedan’da tahta oturan Süleymanşah’ın üzerinde, karısı olan Harezmşah melikesinin büyük tahakkümü vardı ve bu nedenle o Harezmli kumandanlara meylediyordu. Nihayet Hemedan’daki bazı tayinler yüzünden emirlerle sultan arasında anlaşmazlık çıktı. Süleymanşah, Fahreddin Kâşî’yi vezir, Harezmşah Yınal Tegin’i de emir-i hacib tayin etmiş, fakat bu şahıslar kendisi gibi devlet işlerine kayıtsız kalmışlardı. Bu yüzden kumandanlar bunları değiştirmek istediler. Bu istekleri yerine gelmeyince, beklemekten usanıp, dağılmaya başladılar. Geriye kalan emirler Karategin çayırında toplanarak bir meşveret yaptılar ve sultan’ın veziriyle Harezmli kumandan Yınal-Tegin’i tutuklamaya karar verdiler. Bondârî’nin tafsilâtıyla verdiği bu bilgiden emirlerin, Harezmşah soyundan olan kumandanların güç kazanmalarından çekindikleri ortaya çıkıyor. Çünkü onlara göre sultan, Harezmşah’ın kız kardeşi ile evlidir ve dolayısıyla onların etkisi altındadır. Sultan, bu sırada yeni evlenmiş bulunduğu kardeşi Mesud’un dul kalan zevcesi yani, Gürcü prensesi Ebhâziye Hatun37 ile gerdeğe girmiş iken, Harezmşah’ın kardeşi olan eski zevcesi kendisine karşı bir komplo kurulduğunu, şayet kaçmazsa yakalanacağını söyledi. Süleymanşah, bu uyarı üzerine yanında Harezmli kumandanlar olduğu halde Hemedan’dan kaçtı. Zifaf etmiş olduğu halde Ebhâziye Hatun’u bıraktı. Diğer emirler sabahleyin onu aradıklarında bulamadılar38. Daha sonra İldeniz, Arslanşah b. Tuğrul’u tahta oturtunca Süleymanşah’ı hapsettiler. O, Alâüddevle kalesinde 12 Rebiyülâhir 556 (10 Nisan 1161)’da öldü39. Süleymanşah’ın cesedi kardeşi Mesud’un türbesine defnedildi. Onun ölümü hususunda konuda Bondârî zehirletilerek öldürüldüğünü söylerken, Râvendî ve el-Hüseynî boğularak öldürüldüğünü40 belirtiyorlar. Bu sonuncu kaynağımız, onu Gürd-Bazu’nun yakalayıp, boynuna bir yay kirişi takarak boğduğunu yazıyor ki, bu rivayet eski Türk geleneğine uygun olduğu için daha doğru olsa gerektir. Zira biz Türk hükümdar ailesinden olan kimselerin kanları akıtılmadan yay kirişi ile boğdurularak öldürüldüklerini bilmekteyiz41.
 
Çöküş Devri ve Önemli bir Sima: İnanç Hatun



Amcası Süleymanşah’tan sonra Irak Selçukluları tahtına çıkan Sultan Arslanşah (1161-1177), Sultan Muhammed’in dul karısı Hatun-u Kirmaniye ile evlendi (Zilkâde 555/Kasım 1160)42. Sultan Arslanşah’ın ilk evliliğini bu hatunla yaptığı anlaşılıyor.


Sultan Arslanşah diğer bir evliliğini ömrünün sonlarına doğru Hemedan reisi Emir Seyyîd Fahreddin Alâüddevle’nin hemşiresi ile yapmıştır. 571 (Kasım/Aralık 1175)’de Hemedan’da Seyyîd Fahreddin’in kız kardeşi Sitti Fâtıma ile sultanın nikâhı kıyıldı ve aynı yılın Cemâziyelahir başında (17 Aralık 1175) sultan, Emir Fahreddin’in sarayına geçti. Bundan sonra bu ayın ortasında (31 Aralık 1175) vefat etti43.


Irak Selçuklu Sultanı Arslanşah’ın 571 (1175) yılındaki ölümünden sonra Azerbaycan Atabegi İldeniz’in oğlu Pehlivan onun yedi yaşındaki oğlu II. Tuğrul’u tahta çıkardı ve ülkeyi yönetmeğe başladı. İbnü’l-Esîr ve Râvendî’ye göre44 Halife el-Mustazî (1170-1180), II. Tuğrul’un sultanlığını kabul etmiş, bazı kaynaklara göre45 ise sultanlığının tasdik edilmesi için Bağdad’a gelen II. Tuğrul’un elçilerini kovmuştur.


II. Tuğrul’un bilinen iki evliliği vardır. Azerbaycan valisi Türkmen Beyi İzzeddin Hasan b. Kıpçak’ın hemşiresi ile evlenmiştir46. Tuğrul’un bu evlilikten bir çocuğu olmuştur. Kaynaklara göre bu çocuk Azerbaycan’da Kerhânî’de dünyaya gelmiştir. II. Tuğrul Kızılarslan ile yaptığı mücadeleler sırasında Azerbaycan valisi ve kayınbiraderi Hasan b. Kıfçak’ın yanına gitmiş ve muhtemelen bu valinin kaynaklarda adı verilmeyen kız kardeşinden cinsiyeti belirtilmeyen bir çocuğu olmuştur47. II. Tuğrul, ikinci evliliğini önce Atabegi Cihan Pehlivân, onun ölümüyle de kardeşi Atabeg Kızılarslan ile evlenmiş olan İnanç Hatun ile yapmıştır48. İnanç Hatun Rey hâkimi Emir İnanç’ın kızı idi. Atabeg Pehlivan’ın 582 başlarındaki (Mart 1186) ölümüyle49 kardeşi Kızılarslan Hemedan’a gelerek, hem II. Tuğrul’un atabegi sıfatıyla iktidarı ele aldı hem de dul kalan İnanç Hatun ile evlendi. Fakat buna rağmen ülkede tam otorite sahibi olamayan Atabeg Kızılarslan ile Pehlivân’ın oğulları* arasında iktidar mücadeleleri başladı. Kızılarslan’a karşı oluşturulan ve İnanç Hatun’un başını çektiği ittifaka II. Tuğrul da katıldı. Nihayet Kızılarslan, Şevval 587 (Ekim/Kasım 1191)’de İnanç Hatun tarafından öldürtüldü50. Kaynaklardan Ahmed b. Mahmud’a göre Kızılarslan, evlenmiş olduğu İnanç Hatun’a iltifat etmez ve onunla konuşup, görüşmezdi. Genç köleler ile yaşayıp, içer ve sarhoş olurdu. İnanç. Hatun onun bu hareketlerini çekemeyip, kölelerinden birine öldürttü51. Aslında bu suikast böyle şahsî bir mesele değildir. İnanç Hatun’un Pehlivan’dan olan oğulları namına, iktidarı ele geçirmek için siyasi bir tertip içine girdiği açıktır. Çünkü aynı müellifin başka bir kaydından, İnanç Hatun’un siyasetle çok yakından alakalı olduğu ve kendi öz oğulları nedeniyle baştan beri Kızılarslan’a karşı tavır aldığı anlaşılıyor. Kızılarslan’la evlenmesi ise tamamen siyasi bir manevra niteliği taşımaktadır.



Ahmed b. Mahmud’a göre, kocası Pehlivan öldükten sonra bütün beylerin Kızılarslan’a tabi olduğunu, ayrıca Pehlivan’ın bir cariyeden olan oğlu Ebûbekr’e daha çok itibar ettiğini gördü ve bu duruma gönlü razı olmadı. Hatun, Atabeg Pehlivan’ın Hemedan’da bulunan kumandanlarından Ay-Aba ile Rus’a mektup yazarak: “Bir cariyenin oğlunun makbul ve benim oğullarımın gözden uzak olması sizlere hoş gelir mi? Şimdi yanımda size ve askerlerinize yıllarca yetecek ve artacak kadar hazine ve mal vardır. Şimdi sizden ricam, gelip benim oğullarımı ata bindirmeniz ve bütün hazırlıkları yapmanızdır. Efendiniz Atabeg Pehlivan‟ın askeri de yanınıza gelerek, sizinle birleşsin. Kızılarslan‟ı atabeglikten giderip, o makamdan ayırın” dedi52. Fakat İnanç Hatun oğullarıyla beraber Kızılarslan’a karşı giriştiği mücadelede başarılı olamamış, sonra da onunla evlenmiştir.


Kızılarslan’ın öldüğü sırada, onun tarafından daha önce Tebriz’e yakın bir kalede hapsedilmiş bulunan II. Tuğrul, Anasıoğlu Mahmud ve Hüsâmeddin Dizmârî gibi emirlerin yardımıyla hapisten çıkarılıp tekrar Irak Selçukluları tahtına oturtuldu53, fakat bu sefer de Azerbaycan Atabegliği’nin başına geçen Pehlivan’ın oğlu Kutluğ İnanç muhalefete başladı. Kafşudoğlu’nun Türkmenleriyle güçlenen II. Tuğrul tarafından Kazvîn civarında mağlup edilen (Cemâziyelâhir 588/ Haziran 1192). Kutluğ İnanç, Rey’e çekildi. Bu savaşta II. Tuğrul’un eline çok miktarda ganimet geçti. O sırada Sercihan kalesinde bulunan İnanç Hatun, oğlunun mağlubiyeti üzerine Sultan II. Tuğrul’a bir mektup göndererek: “Atası yerine hükümdar oldu. Bilmiş olsun ki, ben ona sevgi ve düşmanlarına düşmanlık üzerineyim. Beni alsın evlensin. Benim yanımda çok hazine vardır. Eğer beni alırsa, hepsini yoluna saçayım.” dedi. İnanç Hatun’un bu mektubu II. Tuğrul’a ulaşınca o, bu evlilik teklifini kabul ederek, İzzeddin Ferec Hâdim’i elçi olarak gönderdi. Elçi bir zaman İnanç Hatun’un yanında kaldı ve çeyiz hazırlıklarını tamamladı. Oradan Hatun ile elçi Hemedan’a yönelip, şehre yaklaştıklarında bütün kumandanlar ve askerler onları karşılayarak şehre getirdiler. Devlet erkânı huzurunda nikâh akdedildi (Ramazan 588/Eylül-Ekim 1192), fakat bundan kısa bir süre sonra İnanç Hatun vefat etti54.



II. Tuğrul, Atabeg Pehlivan’ın hazineleriyle kendisini destekleyeceğini vaat eden İnanç Hatun ile evlenmek suretiyle durumu kurtarmaya çalışmış ise de Halife Nâsır (1180-1225), II. Tuğrul ile savaşmaya teşvik etmek maksadıyla Selçuklulara ait olan eyâletleri Tekiş’e ikta suretiyle peşkeş çekti. Diğer taraftan II. Tuğrul’un Cibâl ve Azerbaycan’a giden yollara hâkim bulunan Rey ve Taberek kalelerini ele geçirmesi ve Harezmli askerlerin bir kısmını öldürmesi Harezmşah Tekiş’i harekete geçirdi. İki taraf arasında yapılan savaşta Tuğrul mağlup olup, savaş meydanında Kutluğ İnanç tarafından başı kesildi (24 Rebiyülevvel 590/18-19 Mart 1194). Tekiş II. Tuğrul’un kesik başını Bağdad’a gönderdi ve bütün ülkesini işgal etti55.


Kaynaklarda Sultan II. Tuğrul’un iki oğlunun adı geçmektedir. Bunlardan birisi Melik Berkyaruk idi. Sultan II. Tuğrul halifenin ordusuyla 8 Rebiyülevvel 584 (7 Mayıs 1188)’de yaptığı Dây Merg savaşından56 sonra Merâgâ hâkimi Emir Alaaddin’i atabeg tayin ederek, oğlu Berkyaruk’u yetiştirmesi için onun yanına göndermişti57. Diğeri ise Alparslan adındaki oğludur. Ahmed b. Mahmud’a göre, II. Tuğrul, Hasan b. Kıfçak ile birleşip, Kızılarslan’la yaptığı savaştan sonra yukarıda da zikrettiğimiz gibi Kerhânî’ye çekilmişti. Oradan halifeye mektup yazarak, şefaat dileyip, itaatlerinin sağlam ve muhakkak olduğunu bildirdiler. II. Tuğrul itaatına itimat etsin diye oğlu Alparslan’ı halifeye rehin olarak gönderdi. Elçi çocuğu Bağdad’a götürdüğü zaman Alparslan, bir elinde yalın kılıç ve bir elinde kefen olduğu halde halifenin karşısında durdu ve ayağına yüz sürdü58.


Olayların gelişinden adları zikredilen bu erkek çocukların ne Hasan b. Kıfçak’ın kız kardeşinden ne de İnanç Hatun’dan olmadıkları anlaşılıyor. Çünkü kaynaklara göre, II. Tuğrul’un bu hatun ile evliliği bu rehine olayından sonra gerçekleşmiş ve bu evlilikten cinsiyeti belirtilmeyen bir çocuk doğmuştur. İnanç Hatun ile olan evliliği ise ömrünün sonlarına doğru olduğuna göre, bu erkek çocukların İnanç hatun’dan olmaları imkânsızdır. Fakat ne yazık ki kaynaklarda bu erkek çocukların annelerinin adları verilmediğinden, II. Tuğrul’un evlilikleri konusunda bilgiler eksik kalmaktadır.



II. Tuğrul’un kaynaklarda zikredilen iki kızından birisini eşi İnanç Hatun Harezmşah Tekiş’in oğlu Yunus Han’a istemiştir. Râvendî’nin kaydına göre bu evlilik gerçekleşmiştir59. Yine Râvendî’nin diğer bir kaydından II. Tuğrul’un kızlarından birinin Atabeg Pehlivan’ın oğullarından Özbek ile evlendiği, doğan oğullarının adını dedesine atfen Tuğrul koydukları anlaşılıyor (Muharrem 594/Kasım-Aralık 1197)60.

Sonuç

Irak Selçukluları’nda evlilikler Sultan Sancar’ın kızını yeğeni Sultan Mahmud’a vermesiyle başlamıştır. Bu evlilik münasebetiyle Sancar’ın, Mahmud’un kendisine bağlılığını pekiştirdiğini görüyoruz. Ancak, Mahmud’dan sonraki dönemde bu siyasetin devam edemediğini görüyoruz. Zira kaynaklarda sadece dört kızından bahsedilen Sancar, iki kızını Mahmud’a, bir kızını Halife el-Müsterşid’e, diğer bir kızını da Karahanlı Arslan Han’a vermiştir. Irak Selçuklu melikleri eski bir Türk geleneğine uygun olarak, dul kalan kardeşlerinin, amcalarının veya amcaoğullarının eşleriyle evlenmişlerdir ki, bu husus Irak Selçukluları tarihinde önemli bir yer tutar. Sultan Mesud’un kendi eliyle dul bir Selçuklu melikesiyle evlendirdiği Azerbaycan Atabegi Şemseddin İldeniz ise tarihî bakımdan önemli bir oynamış, hatta bu hatundan olan çocukları Irak Selçukluları tahtında hak iddia edebilecek kadar ileri gitmişlerdir. Irak Selçuklularında iki hükümdar Sultan Mesud ve Sultan Süleymanşah, aynı Gürcü prensesiyle evlenmişlerdir ki, bu evlilik dış ilişkiler bakımından önem taşımakta ve özellikle Büyük Selçukluların yıkılışından sonra gerçekleşmesi dikkat çekmektedir. Muhtemelen Irak Selçuklu melikleri, Sultan Sancar’ın ölümüne kadar dış hanedanlarla evlilik vesilesiyle sıhriyet kurmamışlardır. Süleymanşah, ancak amcası Sultan Sancar öldükten sonra Harezmşahlarla ve Gürcülerle akrabalık tesis edebilmiştir. Diğer taraftan Sultan Mesud, amcası Sultan Sancar’a muhalefette yalnız kalmamak için, özellikle ona karşı bir ittifak kurmak maksadıyla kızını Halife Muktefî’ye vermiş, halifenin kızını da kendisi almıştır. Görülüyor ki, Irak Selçuklularında sultanlar iktidarda yükseldikçe evlilikleri de daha siyasi bir mana taşımıştır. Çöküş devrine doğru meliklerin kumandanların veya beylerin kızları ile evlenmeleri çoğalmıştır. Devletin yıkılışında rol oynayan İnanç Hatun’un muhtelif atabegler ve sultanlarla yaptığı evlilikler ise tamamen siyasi bir mahiyet arz etmektedir. İnanç Hatun’un evlilikleri her ne kadar siyasi maksatlar taşısa da bu hatun meselâ Sultan Melikşah’ın eşi Terken Hatun gibi entrikacı ve muhteris olarak değerlendirilemez. O, aslında devleti kurtarmak için bu faaliyetlerde bulunmuş olmakla birlikte, o dönemde gittikçe güçlenen Harezmşahlar karşısında beklelen son gelmiştir. Bu sonda elbetteki asıl entrikacı rolünde olan bağımsızlık peşinde koşan Abbasi halifeleridir.

Dipnotlar

1 İbnü’l-Esîr, El-Kâmil fi‟t-Tarih, X, Türkçe terc. A. Özaydın, İstanbul 1987, s. 415; Aynî (Ikdu‟l-cumân fî Târîh-i Ehli‟z-zamân, VI, Osmanlıca terc. Münirzâde Hamîd, Topkapı Sarayı, Bâğdâd Köşkü Kütuphanesi, nr. 278, vr. 147 a), Bâğdâd’da 13 Muharrem 512 (=26 Eylül 1118)’de Mahmud adına hutbe okutulduğundan bahsetmektedir.
2 İbnü’l-Esîr, X, s. 437, 439, 442; Râvendî, Râhatu‟s-sudûr ve Âyetü‟s-sürûr, I, Türkçe terc. A. Ateş, Ankara 1957, s. 166; Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Zafernâme, Türk-İslâm Eserleri Müzesi Kütüphânesi nr. 2041 vr. 273 a; İbnü’l-Kalânisî, Zeyl-i Târîh-i Dimaşk, ed. H. F. Amedroz, Beyrut 1908, s. 200; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Târîhü‟l-mülûk ve‟l-Ümem, XVII, nşr. Muhammed Abdülkâdir Atâ-Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut-Lübnan 1312 (1992), s. 172; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir‟âtu‟z-zamân, VIII/I, nşr. Dairetü’l-Maârifi’l-Osmâniye, Haydarabad-Deccan 1951, s. 77; El-Hüseynî, Ahbâru‟d-Devleti‟s-Selcukiyye, Türkçe terc. N. Lügal, Ankara 1999, s. 62; Ahmed b. Mahmud, Selçuk-Nâme, II, haz. E. Merçil, İstanbul 1977, s. 44; Hondmir, Târîh-i Habîbü‟s-siyer fî Ahbâri‟l-beşer, II, nşr., Muhammed Debîr Siyâkî, Tahran 1353 hurşîdî, s. 507;A. İkbâl, Târîh-i Mufassâl-ı İran, Tahran 1375, s. 354.
3 Reşidüddin Fazlullah, Câmi„ü‟t-tevârîh (II. Cild, 5. cüz, Selçuklular Tarihi), nşr. A. Ateş, Ankara 1999, s. 82; Nîşâbûrî, Selcûknâme, neşr. İrec Afşar, Tahran 1332 hş, s. 45; Bondârî, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Türkçe terc. Kıvameddin Burslan, İstanbul 1943, s. 240; Ravendî, I, s. 167; Mirhond, Ravzatu‟s-safâ, II, nşr. Abbâs Zeryâb, Tahran (tarihsiz), s. 683.
4 Reşîdüddin II/5, neşr. A. Ateş, s. 106 vd.; İbnü’l-Esîr, X, s. 439, 476, 525.
5 İbnü’l-Esîr, X, s. 528; Reşidüddin, II/V, neşr. A. Ateş, s. 107; Karş. A. Sevim-E. Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, Ankara 1995, s. 211.
6 Devletşah, Tezkire-i Devletşah, I, terc. N. Lügal, İstanbul 1994, s. 215.
7 El-Hüseynî, s. 71; Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, s. 242 vd.
8 Bondârî, s. 185; Râvendî, I, s. 227 vd; Reşidüddin, II/5, neşr. A. Ateş, s. 121 vd; El-Hüseynî, s. 83; Karş. F. Sümer, “Mes’ûd”, İA, , VIII, s. 137.
9 Bondârî, s. 252, 266. Burada Arslanşah’ın diğer kardeşleri ile beraber İldeniz’in sofrasından yemek yediği ifade olunmakla onu İldeniz’in büyüttüğü ima edilmektedir; El-Hüseynî, s. 94, 98; İbnü’l-Esîr, XI, s. 221, 312. İldeniz, başlangıçta Sultân Mahmud’un veziri es-Sümeyremî’nin bir memlûku idi. Sümeyremî öldürülünce Sultân Mesud’un hizmetine girdi. Sultân Mesud, tahta çıkınca Errân ve Azerbaycan’ın bir kısmını ona ikta etmişti; Ayrıca bk. Ahmed b. Mahmud, II, s. 90; Karş. Mirzâ Bala, “İl-Deniz”, İA, V/2, s. 362.
10 El-Hüseynî, s. 117.
11 Atabeg İldeniz’in Gürcistan üzerine 1165’e kadar muhtelif seferleri olmuştur. E. Merçil, Gürcistan Tarihi, Ankara 2003, s. 350; Bunlardan biri 556 (1160-1161) yılında olmuştur. Bk. El-Hüseynî, s. 114. Fakat Râvendî (II, s. 285) yukarıdaki seferin tarihini vermemektedir. Muhtemelen İldeniz’in ömrünün sonlarına doğru 1175’de gerçekleşen bu son Gürcü seferi hakkında tafsilât için bk. O. Turan, Selçuklular Târihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul, s. 254.
12 Râvendî, II, s. 285 vd.; İldeniz’in ölümü İbnü’l-Esîr (XI, s. 312)’de 568 (1172-1173), Ahmed b. Mahmud (II, s. 120)’da 570 (1174-1175)’de ve Reşidüddin (II/5, neşr. A. Ateş, s. 175)’de 571 (1175) olarak gösterilmektedir.
13 İbnü’l-Esîr, XI, s. 28; Sıbt, VIII/1, s. 152; Şebânkâreî, s. 114; Râvendî, I, s. 201; Nîşâbûrî, s. 55; El-Hüseynî, s. 73; Hondmir, Hulâsâtü‟l-Ahbâr, Ayasofya K. 3190, vr. 331 b; Kalânisî (s. 243)’de Tuğrul’un ölümü 528’de gösterilmektedir.
14 El-Hüseynî, s. 74; İbnü’l Esîr (XI, s. 62)’de bu savaş 532 (1137-1138)’de Bencen-Keşt denilen yerde cereyan etmiştir. Fakat İbnü’l-Esîr, X. Cild s. 442’de Bağdad şahnesi Emir Mengübars’ın 513 (1119-1120) tarihinde Sultân Mahmud b. Muhammed Tapar tarafından öldürüldüğünü yazıyor. Adı geçen bu Mengübars’ın başka birisi olma ihtimali yoktur, çünkü müellif bunun Sultân Mesud’un annesi ile iddet müddeti dolmadan evlendiğini ve Sultân Mahmud’un bu yüzden ona kızgın olduğundan onu öldürdüğünü yazmakla el-Hüseynî ile ittifak halindedir. Demek ki bu isim aynı şahsa aittir. O halde İbnü’l-Esîr’in, Mengübars’ın ölümünü neden iki farklı tarihte kaydettiğini anlamak güçtür. Nitekim E. Merçil (Fars Atabegleri Salgurlular, Ankara 1975, s. 19) de Mengübars’ın ölümünü sonraki tarihte göstermiştir.
15 Bu emir 541 (1146/1147)’de Sultân Mesud tarafından öldürtülmüştür. İbnü’l-Esîr, XI, s. 108.
16 İbnü’l-Esîr, XI, s. 32.
17 Bondârî, s. 162; El-Hüseynî, s. 74; Karş. “Mes’ûd”, s. 137.
18 İbnü’l-Esîr, XI, s. 66.
19 İbnü’l-Esîr, XI, s. 37, 66. Dübeys b. Sadaka, 529 (1134-1135) yılında Halife el-Müsterşid’in Batınîler tarafından öldürülmesinden sorumlu tutularak, aynı yıl Sultân Mesud tarafından bir Ermeni köleye öldürtülmüştür; Sıbt, VIII/1, s. 152, 164, 173..
20 İbnü’l-Esîr, XI, s. 66; Sıbt, VIII/1, s. 164; Karş. H. Kayhan, Irak Selçukluları, Konya 2001, s. 186.
21 Sıbt, VIII/1, s. 164.
22 İbnü’l-esîr (XI, s. 114) tarafından, 542 (1147) yılı olayları anlatılırken, Halife el-Muktefî’nin karısı olan Sultân Muhammed’in kızı Fâtıma Hatun’un bu sene Rebiyülevvel ayında (Temmuz-Ağustos 1147) öldüğünü haber vermektedir. Halbuki müellif, buradaki 534 (1140) yılına ait kaydında Halife Mukfefî ile nikâhı kıyılıp, zifâfa girmiş olan Fâtıma Hatun’un Sultân Mesud’un kızı olduğu ifade etmektedir. Dolayısıyla bu iki bilgi birbirini tutmamakta olup, Fâtıma Hatun’un Sultân Mesud’un kızı olduğu açıktır.
23 İbnü’l-Esîr, XI, s. 76; Sıbt, VIII/1, s. 174.
24 Sıbt, VIII/1, s. 173.
25 Bondârî, s. 212.
26 Râvendî, I, s. 236. Bu medrese Cândâr Cemâleddin İkbâl tarafından yaptırılmıştır; İbnü’l-Esîr, XI, s. 141; Bondârî (s. 207)’de Cemâziyelâhir 546; Kalânisî (s. 319)’de Şaban ayı; Ayrıca bk. Ebû’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbârü‟l-Beşer, III, Beyrut (tarihsiz), s. 23; Reşîdüddin, II/5, neşr. A. Ateş, s. 134; el-Musevî, Esahhü‟t-tevârîh, Turhan Sultan nr. 224, vr. 317 a.
27 Reşîdüddin, II/5, neşr. A. Ateş, s. 136; İbnü’l-Esîr, XI, s. 141; Nîşâbûrî, s. 66.
28 İbnü’l-esîr, XI, s. 222.
29 Bondârî, s. 263; İbn Kesir (el-Bidâye ve‟n-Nihâye, XII, Türkçe trc. Mehmet Keskin, İstanbul 1995, s. 440 ve 439), Melik-Şah b. Mahmud’un 555 (=1160) senesinde öldüğünü yazmaktadır; Melikşah’ın ölümü hakkında ayrıca bk. Ebi’l-Fidâ,, II, s. 98.
30 İbnü’l-Esîr, XI, s. 217; Karş. Nîşâbûrî (s. 66) ve Reşîdüddin (II/5, neşr. A. Ateş, s. 139) Melikşah’ın ölümünü 15 Rebiyülevvel 555 (25 Mart 1160 Cuma) tarihinde veriyorlar.
31 Bondârî, s. 185; Râvendî, I, s. 227 vd; Reşidüddin, II/5, neşr. A. Ateş, s. 121 vd; El-Hüseynî, s. 83.
32 Bondârî, s. 224.
33 Bondârî, s. 224, 256 vd.; İbnü’l-Esîr, XI, s. 208; Reşîdüddin Fazlullah, Câm„iü‟t-tevârîh, I, nşr. Muhammed Rûşen-Musafa Mûsevî, s. 218; Nizâm el-Hüseynî, El-„Urâzâ fî‟l-Hikâyeti‟s-Selcûkiyye, Kahire 1326, s. 142; Gıyâseddin Muhammed hakkında daha geniş bilgi için bk. Bondârî, s. 254-258; Ölümü hakkında daha bk. Hâfız Ebrû, Zübdetü‟t-tevârîh, Ayasofya O. 3035, vr. 748 a; Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Zafernâme, Türk-İslâm Eserleri Müzesi Kütuphânesi nr. 2041, vr. 284 b.
34 Reşîdüddin, I, neşr. M. Mûsevî, s.318; Ahmed Kesrevî, Şehriyârân-ı Gumnâm, Tahran 2535 şehinşahî, s. 236, bu çocuğun adı yazılmamıştır; Deguignes, Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Garbî Tatarların Târih-i Umûmîsi, III, Türkçe trc. Hüseyin Câhîd, İstanbul 1924, s. 429.
35 İbnü’l-Esîr, XI, 268 vd.; Karş. E. Ayan, “Merâgâ Atabegi Arslan Aba Hasbeg”, Karadeniz Araştırmaları, Bahar 2007, Sayı 13, s. 133-146.
36 İbnü’l-Esîr, XI, s. 177.
37 Gürcistan Tarihi (s. 352)’nde İldeniz’in Gürcistan seferi münasebetiyle adı verilmeyen bir Selçuklu hükümdârının sabık eşi olan Kraliçe Rosudan’dan bahsedilmektedir ki bu muhtemelen İslâm kaynaklarında adı geçen Süleymanşah’ın zevcesi Ebhâziye Hatun’dur.
38 Bondârî, s. 211; Kesrevî, s. 235.
39 Şebânkâreî, s.119; Süleymanşah’ın ölümü Bondârî (s. 264) ve Nizâm el-Hüseynî (s. 146) tarafından 13 Rebiyülevvel 556 (=3 Mart 1161) olarak; Reşidüddin Fazlullah (I, nşr. M. Rûşen-M. Mûsevî, s. 319) tarafından da gün belirtilmeden Rebiyülâhır ayında gösterilmektedir.
40 Râvendî, II, 266; El-Hüseynî, s. 102.
41 Süleymanşah ve taht mücadeleleri hakkında daha geniş bilgi için bk. E. Ayan, Büyük Selçuklu İmparatorluğu‟nda Oğuz İsyanı, İstanbul 2007, s. 53.
42 Râvendî, II, s. 273; Reşîdüddin, II/5, neşr. A. Ateş, s. 162.
43 Bondârî, s. 267; Râvendî, II, s. 286; Reşîdüddin, II/5, neşr. A. Ateş, s. 175, Mirzâ Muhammed İbrâhîm Habîsî, Selcûkiyân u Guz der Kirman, neşr. Bâstânî-i Pârîzî (Muhammed İbrâhîm), Tahran 1373 hş., s. 313 44 İbnü’l-Esîr (XI, s. 357) Muharrem 573 (Temmuz 1777)’de Tuğrul adına hutbe okunmuştur; Râvendî, II, s. 308 vd..
45 Sıbt, VIII/I, s. 330; Karş. M. A. Köymen, “Tuğrul II.”, İA, XII/2, s. 19.
46 El-Hüseynî, s. 126.
47 El-Hüseynî, s. 126; Ahmed b. Mahmud, II, s. 129.
48 El-Hüseynî, s. 129; Ahmed b. Mahmud, II, s. 128.
49 İbnü’l-Esîr, XI, s. 415. Pehlivan öldüğünde Sultan II. Tuğrul yanındaydı, fakat hiçbir nüfuzu yoktu. Ülke emirler ve hazine Pehlivan’ın elindeydi. Pehlivan ölünce II. Tuğrul Kızılarslan’ın hükmünden çıktı, çok sayıda asker ve ümerâ da ona katıldı; Sıbt, VIII/I, s. 391; El-Hüseynî, 120 vd; Bondârî, s. 268.
* Oğulları Ebûbekir, Özbek, Kutluğ İnanç ve Emiran Ömer.
50 İbnü’l-Esîr’de (XII, s. 73) Kızılarslan’ın ölümü Şaban (Ağustos-Eylül) ayında gösteriliyor. Kızılarslan, II. Tuğrul’u bir kaleye hapsederek, bütün ülkesini istilâ etmişti; Bondârî (s. 269) Şaban 587; Râvendî, s. 333; El-Hüseynî, s. 127, 129; Mirzâ Muhammed İbrâhîm Habîsî, Selçukiyân-ı Guz Der Kirman, Tahran 1373, s.315; Ahmed b. Mahmud, II, s. 128.
51 Ahmed b. Mahmud, II, s. 130.
52 Ahmed b. Mahmud, II, s. 125 vd.
53 Râvendî,, II, s. 334; Bondârî, s. 269; İbnü’l-Esîr, XII, s. 86; Ahmed b. Mahmud, II, s. 131.Mirzâ Muhammed İbrâhîm Habîsî, aynı yer.
54 İbnü’l-Esîr, XII, s. 96; Ahmed b. Mahmud, II, s. 132; El-Hüseynî, s. 128; Reşîdüddin, II/5, neşr. A. Ateş, s. 191
55 İbnü’l-Esîr, XII, s. 96-98; Râvendî, s. 334-341; El-Hüseynî, 129-136; Reşîdüddin (II/5, neşr. A. Ateş, s. 192)’de savaşın tarihi 4 Muharrem 590; Cüveynî, Türkçe terc. M. Öztürk, Ankara 1999, s. 266-269. Ahmed b. Mahmud, II, s. 140; Mirzâ Muhammed İbrâhîm Habîsî, s. 316.
56 El-Hüseynî, s. 124; İbnü’l-Esîr, XII, s. 32.
57 Râvendî, II, s. 321.
58 Ahmed b. Mahmud, II, s. 129.
59 Râvendî, II, s. 336, 350.
60 Râvendî, II, s. 362.


Kaynaklar

Ahmed Kesrevî, Şehriyârân-ı Gumnâm, Tahran 2535 şehinşahî.
Ahmed b. Mahmud, Selçuk-Nâme, II, haz. E. Merçil, İstanbul 1977.
Ayan, E., Büyük Selçuklu İmparatorluğu‟nda Oğuz İsyanı, İstanbul 2007.
Ayan, E., “Merâgâ Atabegi Arslan Aba Hasbeg”, Karadeniz Araştırmaları, Bahar 2007, Sayı 13, s. 133-146.
Aynî, Ikdu‟l-cumân fî Târîh-i Ehli‟z-zamân, VI, Osmanlıca terc. Münirzâde Hamîd, Topkapı Sarayı, Bâğdâd Köşkü Kütuphanesi, nr. 278.
Bondârî, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, Türkçe terc. Kıvameddin Burslan, İstanbul 1943.
Deguignes, Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Garbî Tatarların Târih-i Umûmîsi, III, Türkçe trc. Hüseyin Câhîd, İstanbul 1924.
Devletşah, Tezkire-i Devletşah, I, terc. N. Lügal, İstanbul 1994.
Ebû’l-Fidâ, el-Muhtasar fî Ahbârü‟l-Beşer, III, Beyrut (tarihsiz).
El-Hüseynî, Ahbâru‟d-Devleti‟s-Selcukiyye, Türkçe terc. N. Lügal, Ankara 1999.
El-Musevî, Esahhü‟t-tevârîh, Turhan Sultan nr. 224.
F. Sümer, F., “Mes’ûd”, İA, , VIII.
Hâfız Ebrû, Zübdetü‟t-tevârîh, Ayasofya O. 3035.
Hamdullah Müstevfî-i Kazvînî, Zafernâme, Türk-İslâm Eserleri Müzesi Kütüphânesi nr. 2041.
Hondmir, Hulâsâtü‟l-Ahbâr, Ayasofya K. 3190.
Hondmir, Târîh-i Habîbü‟s-siyer fî Ahbâri‟l-beşer, II, nşr., Muhammed Debîr Siyâkî, Tahran 1353 hurşîdî. İbn Kesîr, El-Bidâye ve‟n-Nihâye, XII, Türkçe trc. Mehmet Keskin, İstanbul 1995.
İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Târîhü‟l-mülûk ve‟l-Ümem, XVII, nşr. Muhammed Abdülkâdir Atâ-Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut-Lübnan 1312 (1992).
İbnü’l-Esîr, El-Kâmil fi‟t-Tarih, X, Türkçe terc. A. Özaydın, İstanbul 1987.
İbnü’l-Kalânisî, Zeyl-i Târîh-i Dimaşk, ed. H. F. Amedroz, Beyrut 1908.
İkbâl, A., Târîh-i Mufassâl-ı İran, Tahran 1375.
Kayhan, H., Irak Selçukluları, Konya 2001.
Köymen, M. A., “Tuğrul II.”, İA, XII/2.
Merçil, E., Fars Atabegleri Salgurlular, Ankara 1975.
Merçil, E., Gürcistan Tarihi, Ankara 2003.
Mirhond, Ravzatu‟s-safâ, II, nşr. Abbâs Zeryâb, Tahran (tarihsiz).
Mirzâ Bala, “İl-Deniz”, İA, V/2, s. 362.
Mirzâ Muhammed İbrâhîm Habîsî, Selcûkiyân u Guz der Kirman, neşr. Bâstânî-i Pârîzî (Muhammed İbrâhîm), Tahran 1373 hş.
Nîşâbûrî, Selcûknâme, neşr. İrec Afşar, Tahran 1332 hş.
Nizâm el-Hüseynî, El-„Urâzâ fî‟l-Hikâyeti‟s-Selcûkiyye, Kahire 1326.
Râvendî, Râhatu‟s-sudûr ve Âyetü‟s-sürûr, I, Türkçe terc. A. Ateş, Ankara 1957.
Reşîdüddin Fazlullah, Câm„iü‟t-tevârîh, I, nşr. Muhammed Rûşen-Musafa Mûsevî, s. 218.
Reşidüddin Fazlullah, Câmi„ü‟t-tevârîh (II. Cild, 5. cüz, Selçuklular Tarihi), nşr. A. Ateş, Ankara 1999. Sevim. A.- Merçil, E., Selçuklu Devletleri Tarihi Siyaset, Teşkilat ve Kültür, Ankara 1995.
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir‟âtu‟z-zamân, VIII/I, nşr. Dairetü’l-Maârifi’l-Osmâniye, Haydarabad-Deccan 1951. Turan, O., Selçuklular Târihi ve Türk İslâm Medeniyeti, İstanbul.

Makalenin pdf adresi:
http://www.fed.sakarya.edu.tr/arsiv/yayinlenmis_dergiler/2008_1/2008_1_13.pdf


23 Kasım 2009 Pazartesi

KUZEY KAFKASYA'DA ADİGE (ÇERKES) YAYILMACILIĞI TEHLİKESİ


Togan Yılmaztürk
Türk Gazetesi, 13 January 2001

Kuzey Kafkasya, Doğudan Batıya, Kuzeyden Güneye göç ve geçit bölgesi olması sebebiyle bilinen tarihi boyunca savaşların ve karışıklıkların ülkesi olmuştur. Lak, Adige, Tat, Tabasaran, Avar, Lezgi, Çeçen, İnguş, Kabartı (Kabardey’i kastediyor. CC), Abaza gibi kavimlerin yanında Karaçay –Malkar, Kumuk, Nogay, Terekeme, Azerî gibi Türk boylarının da yoğun olarak yaşadığı bu bölgedeki olaylar, Türkiye’yi ve Türkleri doğrudan ilgilendirmektedir. Konumu itibarıyla stratejik önemi, yer altı ve yer üstü kaynakları ile üzerinde yaşayan ahali doğrudan Türk dünyasını ilgilendirir, ilgilenmek mecburiyetindeyiz.
Günümüzde devam eden Rus-Çeçen savaşı sonrası Kafkasya durulacak gibi görülmüyor. Eğer Ruslar teknik ve sayı üstünlüklerini kullanarak Çeçenleri yok etme sınırına getirirse bölgede, Moskova’nın istekleri doğrultusunda hareket edebilecek bir güce ihtiyacı vardır. Kafkasya’nın güneyinde bunu Ermenistan ile hayata geçiren Rusya, Kafkasya’nın kuzeyinde de piyon bir devlete ihtiyacı vardır. Kuzey Irak’ta Amerika’nın yaptığı gibi gemleri elinde olan sözde devletçikler gereklidir.

Bu rolü bölgede en iyi oynayabilecek olan ‘Adige Birliği’ idealindeki Çerkezlerdir. Tarihe kısa bir göz atarsak Çerkezlerin bu role niye en uygun kavim olduğunu görebiliriz. 1519’da Kırım Hanı’na sadakat bildiren Çerkezlerin, 1552’de Rus Çarı’na bizi Kırım Han’ından kurtar diye sadakat bildirmişlerdir. 1588’de Dağıstanlılar (Avarlar) ve Çeçenler ile geçinemeyen Çerkezler, Rus askerini Kuzey Kafkasya’ya davet etmişlerdir. 1645’te Rus askerleriyle birlikte Kırım’a savaşa giden Çerkezlerin, 1724’te Dağıstan’ı işgal eden Rus birlikleriyle birlikte olduğunu görürsünüz. 1757’de Ruslarla birlikte Çeçenistan’a saldıran Çerkezlerin 1762’deki lideri Kanşuka Hristiyan olup Mozdak’ı Ruslara verir. 1764’te II. Katerina’nın Çeçenlere karşı iyi savaştıkları için Çerkezlere 3000 Som verirken, 1768 yılında Çerkezler Türklerle birleşip kendi çağırdıkları Rus askerine karşı savaşırlar.

Tarihi olaylar yakınlaştıkça bu tür iki yüzlülüklerin Çerkez kavminde tabii bir hareket olduğunu görürüz.

Kuzey Kafkasya’da Malkarlar ile yaşayan Kabartılar, Kabartı-Malkar Özerk Cumhuriyeti, Karaçaylar ile birlikte yaşayan Çerkezler ise Karaçay-Çerkez Özerk Cumhuriyeti adı altındaki siyasi birliktelik altında yaşarlar.

Ancak bunu bir türlü hazmedemeyen, Çerkez, Kabartı, Abzeh gibi Adige birliğinin temsilcileri yıllardır gerek Rusya gerek Suriye, Ürdün, Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerde yazdıkları eserlerde bu hazımsızlıklarını dile getirmişlerdir.

Amira Kabartay tarafından Arapça’ya çevrilen Yuriy Şanibov’un ‘Kuzey Kafkasya’da Birlik’ adlı eserinin 16. sayfasında ‘ Gün gelecek, Kabartı-Malkar Cumhuriyeti adından, Malkar adı çıkarılacaktır.’ ifadesini kullanır. 1996’da Suriye’nin Damask şehrinde yayınlanan ‘Kafkasya ve Çerkezlerin İdeali’ adlı eserde yalnızca Çerkez ve Kabartı Cumhuriyetleri ifadeleri ısrarla kullanılarak, Karaçay ve Malkarlar görmezlikten gelinir. İzzet Conatoka’nın 1940 yılında Türkiye’de çıkan ‘Kafkasya’nın Tarihi’ adlı kitabında Kafkas halkları yerli ve dışarıdan gelenler diye tasnif edilir. Ancak, Karçay, Malkar, Kumuk ve Nogay Türkleri hiç zikredilmez. Bu tarzı, Suriye’de yaşayan Amin Samkog’un 1980’de, Ahmad Ismayıl’ın 1995’te çıkardığı kitaplarında da görüyoruz Örnekleri çoğaltmak mümkündür.

1999 Aralık ayında Karaçay-Çerkez Cumhuriyetinde yapılan seçimleri büyük bir farkla kazanan Rusya eski Kara Kuvvetleri 2. Başkanı Karaçay Türk’ü General Semenov kazanmış olmasına rağmen, Çerkez çetecilerin kurduğu mafya Semenov’a karşı suikast teşebbüsünde bile bulunabilmiştir.
Hayali Büyük Ermenistan sınırlarını gösteren haritayı bir düşünün, Ermeniler nasıl Ağrı’dan Adana’ya kadar olan toprakları hayal ediyorsa, Çerkezler de Karaçay-Malkar, Nogay, Kumuk Türklerinin toprakları dahil, Abhazya, Batum ve Trabzon’a kadar olan bir bölgeyi hayali Büyük Adige Devleti sınırları içerisinde farzediyorlar. Bunu Suriye ve Ürdün’de yayınladıkları haritalarda gösterebiliyorlar.
Hüseyin Nihal Atsız’ın yakın ve uzak tehlike olarak, Türk gençliğine göstermiş olduğu düşmanları hatırlamakta fayda var.







18 Kasım 2009 Çarşamba

Börte Çine ve Alan Kuva efsaneleri (1)




Börte Çine ve Alan Kuva efsaneleri (1)
Yrd.Doç. Ergin Ayan

 

BÖRTE Çine ile ilgili olarak karşımıza çıkan efsanelerden ilki Ergenekon efsanesinde olduğu gibi, bir ulusun tamamiyle ortadan kaldırılmasından sonra yeniden dirilişini anlatır. Efsaneye göre Ergenekon’da çoğalan Türkler, dağın geçit verecek madenini yetmiş at ve yetmiş öküz derisinden yaptıkları körükle eriterek buradan çıktılar. Başlarına Börte Çine adı verilen bozkurt geçti. Sonra onun rehberliğinde sıradağları aştılar.


Köktürk İmparatorluğu’nun kuruluşundan kısa bir süre sonra 581 yılına doğru Soğdca yazılmış bir Bugut taş kabartmasındaki Tu-kiue efsanesi Çin yıllıklarında da yer almakta olup, Türklerin türeyişiyle ilgilidir. Bugut Yazıtı Köktürklerin ilk kaganlarını anlatır. Bugut Yazıtı ilk olarak S.G. Klyaştorniy ve V.A. Livşits tarafından 1971’de bir makale hâlinde yayınladıktan sonra, yeniden gözden geçirilerek ve İngilizce olarak Acta Orientalia dergisinin 26. cildinde (1972) bir daha yayınlanmıştır. Moğol arkeologlarından Dorçsuren 1956’da Moğolistan’daki Bugut şehrinin 10 km. kadar batısında Arahangay bölgesinde 6-8. yüzyıllardan kalma bir Türk mezarlığı bulmuştur. Buradaki kurganın yakınında kumtaşından bir yazılıtaş vardır. Yazılıtaşın yüksekliği 198 cm., genişliği 70 cm. kalınlığı 20 cm.dir ve kaplumbağa şeklinde bir kaidenin üzerine oturtulmuştur. Bu yazılı taşın dört yüzü de yazılıdır. Yazılı taş ve kaidesi toprağın 3 m. kadar derinliğine gömülmüş durumda iken çıkarılmış ve Arahangay bölge müzesine konulmuştur. Dolayısıyla yüzyıllarca toprağın altında kalmış olan kitabenin bazı satırları okunamaz hâle gelmiştir. Bu yüzden taş üzerinde kalan yazıların okunması ve bunlara anlam verilmesi oldukça güç olmuştur. Yine de bu yazıt üzerinde çalışan iki bilgin, çok önemli bir metin ortaya koymayı başarmışlardır. Yazıtın kaplumbağa kaide üzerine oturtulması, buranın bir hanlar kurganı olduğunu ortaya koymaktadır. Yazıtın üst kısmındaki kabartmada, belden yukarısı eski Türklerin efsanevî sembolü olan kurt, belden aşağısı ise insan olan bir figür bulunmaktadır. Şüphesiz bu kabartma Türklerin türeyiş efsanesine dayanmaktadır1. Mahan Tigin adına dikilmiş olan Bugut anıtındaki bozkurt-insan kabartması ile Çin kaynağı Çou-shu’daki kurttan türeme efsanesi karşılaştırıldığında Bozkurt’un Köktürk döneminde ve daha sonraki devirlerde efsanevî ata olarak telâkkî edildiğini göstermektedir. Hattâ Moğol kaynaklarında bu destanların benzerlerinin yer alması, tuğ, bayrak ve kılıç kabzalarında kurt başı motifinin işlenmesi bu hususu teyit etmektedir. Gerek Hun devrinde ve gerekse Köktürk devrinde kutsal bir ata mezarının bulunduğunu Çin kaynaklarından öğreniyoruz. Köktürk kaganı muayyen zamanlarda devletin ileri gelenlerini yanına alarak bu ata mağarasına gidiyor ve orada kurbanlar keserek saygı duruşunda bulunuyordu2. Çünkü Köktürklerin menşe efsanesinde ataların bir mağarada kurttan türeyişleri konu ediliyordu.


Bu efsanenin en iyi anlatıldığı yer 556-581 yılları olaylarını konu alan, Çou-shu adlı Çin hanedan kroniğidir. Bu efsane, kroniğe çok yaşlı bir Türkün verdiği bilgilere dayanılarak kaydedilmiştir. Bu kronik Tang Hanedanlığı döneminde (M.S.618-907) İmparator Tai Zong’un emri ile 628’de yazılmaya başlanmış, 636 yılında tamamlanmıştır. Yazarı Ling Hu De Fen (583-666)’dir ve toplam 50 bölümden oluşmaktadır3.


Buradaki türeyiş efsanesiyle ilgili haber şöyledir: “Köktürkler eski Hunların bir koludurlar ve kendileri A-şi-na adlı bir aileden gelmişlerdir. Daha sonra Lin adındaki bir memleket tarafından mağlup edildiler. Tamamen öldürülen Köktürklerin içinde yalnızca on yaşında bir çocuk kalmıştı. Lin askerleri bu çocuğa acımışlar ve yalnızca çocuğun ayaklarını kesmekle yetinmişlerdi. Onu bir bataklığa atarak gitmişlerdi. Bu sırada çocuğun etrafında dişi bir kurt peyda oldu ve ona et vererek çocuğu besledi. Çocuk, büyüdükten sonra dişi kurtla karı koca hayatı yaşamağa başladı. Kurt da bu çocuktan gebe kaldı. Lin kralı bu çocuğun yaşadığını duyunca, onun da öldürülmesi için askerlerini gönderdi. Fakat kurt hemen kaçtı ve Turfan ülkesinin kuzeyindeki bir mağaraya gitti. Mağara geniş bir ovaya açılıyordu. Dört yanı çok sarp dağlarla çevrili idi. Kurt bu mağarada on tane çocuk doğurdu. Zamanla bu on çocuk büyüdü ve dışarıdan kızlar getirterek onlarla evlendiler. Böylece her birinden bir soy türedi”4.


Kurttan türeyiş efsanesi ilk defa Köktürklerde görülmez. Çin kaynaklarında yine kültür bakımından Hunlara benzeyen Vusunlar hakkında kurttan türeyiş efsanesine rastlamaktayız. Vusunlar göçebe olarak yaşarlar, âdetleri Hunlara benzer, yalnız hanlarının adı Kun-mo ya da Kun-mi’dir. Yüe-çilerin halkıyla Dun-huang’da beraber yaşadıkları zamanda bu kavimle kaynaşmışlardır. Ancak bu iki kavim arasında savaş çıkınca, hanları Yüe-çiler tarafından öldürüldü ve küçük prens Kun-mi, ülkeden dışarı atıldı. Bir kurt bunu emzirdi, kuşlar buna et getirdiler ve kanatlarıyla himaye ettiler. Prens daha sonra Hunlar tarafından alınıp büyütüldü ve ülkesinin hâkimi oldu5.


W. Eberhard’ın kaydettiği bu bilgiler Han-shu adlı Çin kaynağından alınmıştır. M.Ö. 206-M.S. 23 arasındaki 230 yıllık tarihî olayların kaydedildiği eser, 120 bölüme ayrılmıştır. Yazarı Ban-Gu (M.S. 32-92) bu eseri M.S. 82 yılında yazmıştır. Han-shu, Batı Han dönemi tarihi araştırmalarında en önemli kaynaktır. Batı dillerine yapılmış tam bir tercümesi yoktur6.


Yüzyıllar sonra IV. Yüzyılın sonlarına doğru Vu-sun efsanelerine Türk kavimlerinden biri olan Ting-linglerde tekrar rastlıyoruz. “Bir Hun hükümdarının son derece güzel iki kızı vardı. Bir ölümlüye verilemeyecek kadar güzel bulduğu için kızlarını Gök’e sunmaya karar verdi. Bu amaçla onları büyük bir kuleye hapsetti. Bir kurt geldi. Üç ay boyunca kulenin çevresinde dolandı, sonra yuvasını kulenin dibine kurdu. Prenseslerden biri kızkardeşine dedi ki: Hükümdar babamız bizi Gök’ün kadınları olmaya adadı. Bu gelen kurt Gök’ün gönderdiği bir yaratık değil mi? Kurdun karısı oldu ve dünyaya getirdiği çocuklar da kabilenin ataları oldular”7. Buradaki bir kurt tarafından gebe kalınma efsanesi Vey-shu adlı Çin kaynağında anlatılmaktadır. Eserin yazımına 551’de başlanmış ve 554’de bitirilmiştir. 124 bölüm olup, kurtla ilgili efsane 103. bölümde yer almaktadır. IV-VI. yüzyıllar arası Kuzey Vey Hanedanlığı tarihini kapsamaktadır. Müellifinin asıl adı Bo Qi’dir. Döneminin ünlü aydınlarından olup, devlet tarihi yazımı ve imparatorluk günlük raporlarının derlenmesi çalışmalarına katılmıştır.


Çin kaynaklarında, kitabelerdeki kabartmalarda, destanlarda ve çeşitli tarihî kaynaklarda kurt başının Köktürklerin sembolü olduğu açıkça görülmektedir. Şehnâme adlı ünlü İran yapıtında da Turanlıların kurt başlı bayraklarından iki defa söz edilmesi Çin kaynaklarını doğrulamaktadır8. Çin kaynakları bu konuda “kurttan türediklerine inandıkları için, bayraklarının tepesinde altından yapılmış bir kurt başı vardır” diyorlardı. Köktürk İmparatorluğu zamanında ve hattâ ondan sonra da rütbe ve bağımsızlık verme alâmeti olarak kurt başlı bayrak özel bir önem taşıyordu. Çinliler bile Türk kavimlerini etki altında tutabilmek için bu bayrağı kullanma yoluna gitmiştir9.


Köktürklerden sonra Uygurca Oğuz Destanı’nda Oğuz Kagan’ın Urum Kagan üzerine sefere giderken, hattâ diğer bazı seferlerinde gök yeleli gök tüylü bir kurdun (Kök-Böri), ışıkta uluyarak önüne çıkıp ona rehberlik ettiğini okuyoruz. Bu destanda Kök-Böri şöyle anlatılmaktadır: “Oğuz Kagan’ın sol yanında Urum adında bir kagan vardı. Oğuz Kagan’ın sözünü dinlememek, arkasından gitmemek üzere diretti. Oğuz Kagan da hazırlıklarını yapıp, bayrağını açarak ordusuyla onun üzerine yürüdü. Kırk gün sonra Buz Dağ* adında bir dağın eteğine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kagan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan çıkan gök yeleli, gök tüylü bir kurt Oğuz Kagan’a hitap ederek: Ey Oğuz sen Urum üzerine yürürken ben de sana yol göstermek istiyorum. Oğuz Kagan ordugâhını kaldırınca gördü ki, bu erkek kurt askerin önünde izci gibi yürümektedir. Nihayet Kök-Böri birkaç gün sonra İdil-Müren nehri boyunda durdu ve Kara Dağ önünde savaş başladı”10.


Bu destanda Kök-Böri’nin Oğuzlara kılavuzluk etmesi, onun mitolojik olarak Türk kültüründeki yüksek yerini yansıtmaktadır. Oğuz Destanı, Alp Er Tunga Destanı’ndan sonraki en eski Türk destanıdır. Bu destanın İslâmî dönem kültüründen hiç etkilenmemiş ve Uygurca yazılmış olan eski bir şekli Paris Millî Kütüphanesi’nde (Bibliothéque National, Türkçe Yazmalar Bölümü No. 1001) bulunmaktadır. Oğuz Destanı’nın en eski kısmı, IX.-X. asırlara kadar gelmiştir. Destanın başlangıç ve bitiş tarihleri de kesinlik kazanamıyor. Halbuki, daha sonraları Reşîdüddîn ve Ebû’l-Gâzî Bahadır Han tarafından yazılan Oğuz Destanlarının, daha önceki destanların aslı alındıktan sonra zamanın şartlarına göre güncelleştirilmeleri ile ortaya çıktıkları anlaşılmaktadır. Uygurca Oğuz Kagan Destanı’ndaki bazı ayrıntılar, bu destanın Hyong-Nu (Hun) devrine ait olduğunu açıkça göstermektedir. Meselâ Oğuz Han’ın babasıyla savaşması, Büyük Hun hükümdarı Mao-dun’un (Mete) babası Teoman ile savaşması olayının aynıdır.


Shi-shi adlı Çin kaynağında Mete’nin, babası Teoman ile savaşıp tahta çıktığı ayrıntılı olarak ve Oğuz Destanı’yla da örtüşerek anlatılmaktadır11. Nitekim bu teori gerek M. F. Köprülü ve gerekse Deguignes ve Biçurin gibi bazı yabancı âlimler tarafından kabul görmüştür. Z. V. Togan ise, destanda Mao-Dun adının açıkça geçmediğinden söz ederek, Mete’nin oğlu Ki-ok’un Kün Han olabileceğini ve devrine ait bilgilerin Oğuz destanıyla örtüştüğünü ifade ederek, yukarıdaki âlimlerin görüşlerine katılmaya eğilim göstermiştir. Bana göre Oğuz Destanı yazıya geçirilene kadar, Türk tarihinin en eski sözlü kaynağı idi ve kuşaktan kuşağa içeriğine yeni kişi ve olaylar eklenerek aktarılmıştır. Hattâ bu destan Orta Asya’daki diğer komşu kavimlerin de ortak tarih ve kültür kaynağı olmuştur. Meselâ, benim Türkçe’ye tenkitli tercümesini yapmış olduğum, Johann De Plano Carpini’nin Moğol Tarihi’nde yer alan bazı bilgiler çarpıcı bir örnektir. 1245-1247 yılları arasında Moğolistan’a elçi olarak giden Carpini, Moğollardan duyduğu tarihî rivayetleri eserine kaydederken “it başlı” insanlardan bahsetmiştir12. Plano Carpini burada Moğol öncesi dönemine ait olan ve Reşîdüddîn’in Oğuznâmesi’nde geçen, Oğuz Han’ın kuzeydeki İt-Baraklar üzerine yaptığı seferi13 Moğollardan, Cengiz Han’a yakıştırılan şekliyle dinlemiş ve eserine kaydetmiştir. Gerçekte Cengiz Han’ın orduları hiçbir zaman bu kuzey havalisine kadar gitmemişlerdir.


(Devamı var)






DİPNOTLARI






1- S. Çağatay-S.Tezcan, “Köktürk Tarihinin Çok Önemli Bir Belgesi: Sogutça Bugut Yazıtı”, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1975-1976, Ankara 1976, s. 245-252.


2- Çou-shu, 50, 2a.; Bu Mağara kültürünün diğer Türk kavimlerinde hususen de To-ba’larda bulunduğunu W. Eberhard (Çin’in Şimal Komşuları, çev. Nimet Uluğtuğ, Ankara 1996, s. 80) kaydediyor. To-ba’lar Şansi eyaletinde ünlü Budist mağaralarını yapmışladır. Fakat imparatorların bu mağaraları çok sık ziyaret etmeleri göze çarpmaktadır. Bu ziyaretlere vekayinamelerde işaret edilmiş olması, halbuki başka ziyaretlere ait kayıtların bulunmaması da dikkat çekmektedir. To-ba’larda mağara mabedi inşa etme eğiliminin, Hunlardan beri gelen bir mağara kültü ile ilgili olması ihtimal dahilindedir.


3- S.Orsoy, Çin’in Resmî Hanedanlık Kayıtlarında Türk Tarihi İle İlgili Belgeler, A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Doğu Dilleri ve Edebiyatları (Sinoloji) Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1995, s. 26 vd.


4- Karş. B. Ögel, s. 20 vd.


5- Eberhard, s. 105.


6- Bazı bölümleri İngilizce ve Almanca bazı eserlerde verilmiştir: H. Dubs, The History of the Former Han by Pan Ku, London 1944; De Groot, Die Hunnen der Vorchristlichen Zeit, Berlin 1921.


7- W. Eberhard, s. 73; Karş. J.P. Roux, Türklerin ve Moğolların Eski Dini, çev. A. Kazancıgil, İstanbul 2001, s. 198.


8- F. Köprülü, “Bayrak”, İA, II, s. 404.


9- B. Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş, VI, Ankara 2000, s. 309.


*Veya Muz Dağ


10- M.F. Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1980 (2. basım), s. 49; B. Ögel, Türk Mitolojisi, I, Ankara 1998, s. 119 vd.; Karş. S. Sakaoğlu-A. Duymaz, İslamiyet Öncesi Türk Destanları, İstanbul 2003, s. 222 (İnceleme metin kısmı, Uygur Harfli Oğuz Kagan Destanı)


11- Burton Watson, Records of the Grand Historian of China Translated From the Shih Chi of Ssu-Ma Ch’ien, II, Columbia 1962, Bölüm 110, s. 61.


12- Johann De Plano Carpini, Moğol Tarihi ve Seyahatnâme, çev. Ergin Ayan, Trabzon (tarihsiz), s. 61.


13- A.Z.V. Togan, Oğuz Destanı, Reşideddin Oğuznâmesi,Tercüme ve Tahlili, İstanbul 1982 (2. baskı), s. 24 vd.












7 Kasım 2009 Cumartesi

Osmanlıda Milliyetçilik

2. Mahmut, adli unvanını taşımasına rağmen tarihimizde herkesin iştirak edemeyeceği işlemleri
iiliyle de tanınır. Bunlardan bir tanesi hiç şüphesiz gerekli olan fakat çok şedit, çok kanlı bir şekilde ortadan kaldırılan Yeniçeri Ocağı’dır. İkincisi bu ocağın lağvı sırasında büyük bir iftira mekanizması işlemiş ve Şanizade gibi çok önemli bilgin ve tarihçiler bile bu furyanın içinde eriyip gitmişlerdir ama hiç şüphesiz o, Osmanlı tarihinin Büyük Petrosu’dur. Hiç acımasız, hiç tereddütsüz yürüttüğü inkılaplarla Türkiye İmparatorluğu’nu yeni bir döneme götürdüğü açıktır.Bir konunun üzerinde duralım.
Bu şiddetli yeniçeri düşmanlığı sırasında bazı konularda affedilmeyen hatalar da yapmış mıydı? Mesela, Mehter’i de ortadan kaldırmıştı.Musikiden anlayan bir padişahtı ve bu musikinin bu asra hitap etmeyeceğini söyledi ama 1908’de başka inkılapçılar, ordunun geleneğe ve morale de ihtiyacı olduğunu ileri sürerek Mehter’i yeniden ihya ettiler. Bu 2.Meşrutiye devrine ait bir olaydır. 2.Mahmut, uzun bir yönetim sergiledi o devir için. Parçalanma halindeki bir imparatorlukta merkezi otoriteyi tesis etti ve acımasız bir politikayla bunu gerçekleştirdi. Bazı yönleri üzerindeyse çok az duruyoruz. Bugün İstanbul’da , Anadolu ve Rumeli’deki birçok kiliselerin önünde, eğer zamanın tahribatına ve insanların ihmaline ve antikacıların hırsızlığına maruz kalmadıysa, hemen hemen her kilise önünde bir 2.Mahmut çeşmesi bulunur. Demek ki o, bir imparatorluğun muhtelif dinlerden ve dillerden oluşan bir tebaanın başında olduğunun şuurundadır. Bunun çeştli örneklerini görürüz. 19.yy’a geldiğimiz zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun artık eski dünyası yoktu. Bu eski dünyada insanlar dillerine ve dinlerine göre kompartmanlarda yaşarlardı yani bir Rum ortodoksun, bir Ermeni ortodoksun -Gregoryen deniyor- , bir Ermeni katoliğin, bir Süryaninin, bir Yahudinin yükselmesi ve yaşaması kendi cemaatinin, kendi ruhani yahut dini liderlerinin etkisi altında görülürdü. O kompartmanın içinde devlet memuru olurdu,dışişlerini yürüten Fenerli Rumlar gibi, o kompartmanın içinden çıkar sarraflık yapardı. O kompartmanın içinden çıkar, Ermeniler gibi mimar başı olabilir, barutçubaşı olabilir, darphane nazırı emini olabilirdi ama hiçbir zaman birisinin kendi yaşadığı dini kompartman içinde ruhani liderlere, milletin başındakilere itaatsizliği veya ayrı akımları çekmesi hoş karşılanmazdı. Oysa 18.yy’ın dünyasına gelindiği zaman durum değişmeye başladı. Bir kere Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan bu kompartmanların içinde herkesin dil beraberliği yoktu. Din beraberliğinin yetmez olduğu görüldü. Bulgar milliyetçiliği uyanmaya başladı. Hem de laik unsurlar değil, bizati din adamları tarafından. Aynaroz’daki sayısız manastırın içinde Bulgar keşişlerin yaşadığı Hilander Manastırı’nda Paissij adlı bir keşiş, Slavyen Bulgar tarihini kaleme aldı ve eserine şöyle başlıyordu: Ey Bulgar! Kendi dilini, tarihini bil. Arkasından Sofroniy Vraçansky çıktı. Sofroniy Vraçansky’nin söyledikleri biryana, 19.asırda eğitimi dolayısıyla kendisini Helen sayan Aprilov diye bir tüccar, Odessa ve Ukrayna’daki iş hayatı boyunca tanıdığı Benelin gibi bir tarihçi sayesinde Slavlık bilincine ulaştı ve döndüğü vakit Bulgaristan’da milli okulları açmaya başladı. Kısa zamanda Bulgar maarifi, içtimai hayata öğretmenlerin yanında, muallimlerin yanında, mullime hanımı da getirdi. Bulgaristan’ın milli uyanışı da böylelikle arttı. Bu, ileride Türk unsurun, ittihatçıların da hayranlığını çekecek bir gelişmeydi aslında. Tabii ki, Slavlık üzerindeki bilinç bazılarının zannettiği gibi öyle Fransız İhtilali’nin etkisiyle değildir. İmparatorluğun içindeki unsurlar bazen aynı dini kompartmana, ruhani liderlere sahip olsalar da etnik yapıları dolayısıyla çatışmaya girerler. Sırplar, Sırbistan, ortodoks dünyanın içindeki bu çatışmanın ilk alevlendiği yerdir.Sokullu Mehmet Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük sadrazamı ve hiç şüphe yok ki Müslüman Türk kültürünü benimsemiş bir devlet adamı ve asker, en uzun süreli sadrazam bir Sırp ruhban ailesinden geliyordu. Sadareti sırasında kardeşini yeni kurduğu Sırp Pec Patrikliği’nin başına geçirdi. Bu ruhani bir gayret değildir. Bir yerde Rum-Ortodoks kilisesinin parçalanmasıyla ilgili bir ameliyedir. Tabii kendisinden sonra bu patriklik çok yaşamadı ama Sırpların da Helen unsurlarla birarada bulunmayacağı anlaşılmıştır. Nitekim, Sırp ayaklanmasından ve kimi özerklikten, otonomiden sonra, Sırbistan kilisesi ayrı bir patriklik olarak ortaya çıktı. Bunu belki Fener, çok uzun zaman tanımamakta ısrar etti ama bir vaka ki artık otosefal bir sırp kilisesi vardı. Sırp milliyetçiliği, kilisede Yunanca duaya ve okulda Yunanca eğitime tahammül edemezdi. Bu Karadzic gibi önemli bir maarif uzmanı, bir öğretmen: “Düşündüğünüz gibi yazınız” sloganıyla halk dilini, halk Sırpçasını hayata geçirdi. O kadar da değil, Rusya ile olan yakın ilişkiler Sırpların diline aynı zamanda yeni Rusça kelimelerin de kazandırılmasına neden olmuştur.Şurası bir gerçektir; Osmanlı İmparatorluğu’nda Fener dediğimiz, Fener’deki Rum-Ortodoks Patrikhanesi’nin nüfuzunu tehdit eden bir unsur vardır. Bizzat Moskova’daki Rusya Patrikliği. 15.asırda Rus başpiskoposları patrik ünvanını aldılar ve Rusya bundan sonra Balkan Slavları ve Balkan kiliseleri üzerinde çok önemli bir etkide bulunmaya başladı: Dil ve eğitim. Bu gittikçe gelişen bir Balkan milliyetçiliğini yaratacaktır. Peki bu milliyetçiliğin tek müsebbibi dili yakın,dini bir olan Ruslar mıdır? Şaşılacak başka yönler de vardır. Dininin bunlarla bir alakası yok, dilinin de yok çünkü Roma Katolik Kilisesi’nin sürükleyici gücü var. Bahsettiğimiz Avusturya. Avusturya’nın üniversiteleri, Viyana gibi metropoller ve hatta Macaristan kısmındaki Peşte gibi Erdel gibi yerlerdeki şehirler Slav milletinin, Slav milletlerin kültürel gelişmelerinin merkezi haline geldiler. Sadece Slavların mı, bizzat Osmanlı İmparatorluğu’nda, Haçlı Seferlerinden beri var olan ve çoğunluğu teşkil eden Gregoryen Ortodoks Ermenilerle çatışma içinde olan Roma’ya tabii ayrı bir kilise kuran katolikler için de bu söz konusudur. Katolik Ermenilerin içinden Mihitar adlı bir rahibin kurduğu Mihitarist tarikatı mensupları, Ermeni kültürünü enternasyonalize ettiler. Önce Venedik’te, sonra Viyana’da, giderek Avrupa’daki mühim merkezlerde seminer, kütüphane ve matbaalar kurdular. Matbaalarda sadece Ermenice incil, Ermenice eserler basılıyor değildi. Hatta ve hatta Arapça ve tabi ki Türkçe eserler de basılıyordu. Bir yerde Türk alfabesini ilk defa hayata geçirenler de bunlar olmuştur. Yaptıkları sadece Roma papasının doğrultusundaki dini yorumlar, Katolisizm değildi. Doğrudan doğruya Ermeni milli tarihini, Ermeni dilini, Ermeni uyanışını temsil ettiler. Demek ki kilise, ortodokslar arasında olduğu gibi katolik tebaa arasında da rolünü oynamaya başlamıştı. Bu iş en geç kimler tarafından takip edildi?Tabii ki Türkler ve imparatorluğun Yahudileri. Araplar dahi yine aynı kanalla, Lübnan’daki Maruniler ve Filistin ve Lübnan’daki Melkit dediğimiz katolik inançtaki Araplar tarafından batıyla bağlarını kurmuşlardır. Matbaalar dışarıdaydı. Gelen sadece incil ve dua kitapları dini yorumlara hasmetinden değildir. Pekala Arap tarihiyle, Arap medeniyetiyle ilgili eserler de çıkıyordu. Arabistan’ın hristiyanları, menşeileri, dilleri ve medeniyetleri bakımından Müslüman kardeşleriyle derin bir çatışma içinde değillerdi. Arap tarihinin ne olduğunu, İslam devrindeki Arap fütühatını, İslamiyet’in Arapça yorumunu yapanlar Georgi Zeydan, Butrus gibi önemli hristiyan münevverlerdir. Bunlar yeni bir ekol kurmuşlardır. Beyrut, İskenderiye ve Filistin gibi merkezlerde ortaya çıkmışlardır. 19.yy’da Paris menşeili “Alliance Israel” okulları gelene kadar ve tabi imparatorluk facia ile Rumeli’deki topraklarını kaybedene kadar Türk münevverlerin içinde ne hristiyan Arap tarihçi ne Georgi Zeydan bulunmaz. Ancak ondan sonradır ki, Türklüğün tarihi, Türk edebiyatı, Türk coğrafyası üzerinde yarı ciddi, yarı polemik dolu eserler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu son derece önemli bir gelişmedir. Bunun üzerinde durmalıyız.Şüphesiz ki bir imparatorluğu yöneten ana unsurun milliyetçi parçalanmanın başını çekmesi beklenemez. O sadece, o devleti,o coğrafyayı muhafaza etmekle yükümlüdür. Bu nedenledir ki, Türk dilinin ve Türk tarihinin yeşerdiği coğrafyada bu işi yapacak olanlar daha çok Çarlık Rusyası’nın hükmüne geçmiş 16.yy’dan beri Volga boyundaki ve Kırım’daki ve 19.asırdan itibaren de Orta Asya’daki ve Kafkas’da, Azerbaycan’daki gibi münevverlerdir. O nedenledir ki 2.Meşrutiyet yıllarında bir düşünce, bir his halinde mevcut olan Türk ulusçuluğu teşilatlanmaya başlamıştır. Türk teşkilatlanması ve hatta muhassır örgütlenme bakımından çok çarpıcı örnekler vardır. Birkaç yıl içinde Türk Ocakları, Tuna boyundan Çin sınırlarına kadar her yere yayılmıştır. Yine 1880’lerde Bahçesaray’da bir okul olarak başlayan, yani Arap harfleriyle imlayı düzelterek hızlı okumayı öğretmeye başlayan Usul-i Cedid mektepleri İsmail Gaspıralı’nın 20 yıl içinde beş bine ulaşan bir sayıyla Tuna mansabından Çin sınırlarına kadar yayılmıştır. En çok okunan gazete “Tercüman” dır. Bizim tarihçiliğimizin yeterince dikkat sarfetmediği bu olaylar, zamanın Rus matbuatında ve siyasi idari çevrelerinde çok etki uyandırmıştır. Mesela herkesin bildiği gibi İstanbul’daki sefir Zinovyev, jöntürklerin siyasi saldırganlığıyla Gaspıralı okullarının yarattığı maarif reformu ki maarif reformu Rusya Türkleri ve müslümanları arasında Rus halkı arasından daha başarılı olarak yayılmıştı. Belki münevverlerimizin, ediplerimizin miktarı Ruslarınki oranında değildi ama okuma yazma oranı daha yüksekti, ürkütmekteydi. Bir panturanist, bir panislam gelişmeden daimi surette çekinilmekteydi. İsrail’in kurulmasına kadar giden siyonist modern milliyetçi akımlar ise Osmanlı İmparatorluğu’nun içinden değil daha çok Avrupa Rusyası’ndan, Polonya’dan kaynaklanmıştır. Yahudilerin orada yaşadığı zor şartlar dolayısıyla Filistin topraklarına göç başlamış, bilhassa Theodore Herzl’in “Yahudi Devleti” adlı eserinden ve Fransa’daki antisemit Yahudi düşmanı aksiyon hareketinden sonra bu akım ve düşünce güçlenmiştir. Öyle ki 2.Abdülhamid döneminden itibaren Filistin topraklarında artık siyonist amaçlı yerleşmeler başlamaktadır. Bunların üzerinde de hassasiyetle durmak gerekir.Şurası bir gerçek, Yunanlılık 14. yüzyıldan itibaren Türk hakimiyetindedir. İstanbul’un fethinden önce Mora Yarımadası daha önceden kuzey Yunanistan çoktan Türk hakimiyeti altındaydı ve tabii Anadolu’nun batı kesimleri. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra Yunanlı kolonilerin yani Helen unsurun, Osmanlı Devleti’yle ve devlet yapısıyla içiçe geçişi, Rum Ortodoks Patrikliğin imparatorlukta diğer ortodoks milletler üzerinde hakimiyet kurması daha doğrusu bu hakimiyetin onlara verilmesi dolayısıyla bir refah ve idarede katılmadan dolayı bir üstünlük göze çarpar. Çok kısa zamanda İtalya’da Cenova, Liurna giderek Roma ve bilhassa Venedik gibi yerlerde helen, Rum-ortodoks kolonilerin ortaya çıkması Girit’teki Venedik hakimiyeti, Kıbrıs’taki Venedik hakimiyeti dolayısıyla bu bölgelere kadar İtalya’nın taşınması, Osmanlı hakimiyeti döneminde Paris, Londra, Amsterdam ve Viyana gibi yerlerde Helen kolonilerin kiliselerini ve okullarını kurması, onların rönesans dünyasıyla yakın ilişkisini sağladı. Bilhassa Roma’da paplık nezdinde Bessarion gibi entellektüel bir Rum-Ortodoks adamının katolisisizme dönüşü ve kardinal tayin edilmesiyle bu bağlantılar kuvvetlenmiştir. Yunanlılık Osmanlı İmparatoluğu’nda daha başlangıçtan Yunan milliyetçiliğini taşıyan bir unsurdur. Bu belki aydınlanmada Avrupa’nın yaptığı şekilde çok rafine ve çok şaşalı bir şekilde değilse de her zaman için Yunan milliyetçiliğinin imparatorluktaki ilk yeşeren ve modernleşen etnik milliyetçöilik olduğunu kabul etmek gerekir. Keza Slavlar üzerinde de Rusya’dan önce İtalyan rönesansının etkisi olmuştur. Machiavelli’nin Il Principe, Prens adlı eserindeki İtalyan irredantist motivasyonunun bilhassa İtalya’yla çok yakın ilişkisi olan di Browning gibi, Adriyatik sahillerindeki Hırvat şehirleri gibi bölgelerde etki yaptığı açıktır. Katolik Slavları, bu bölgenin Hırvatlar, İtalyan dünyasına, felsefesine, siyasetine çok yakındılar. Ve buralardan çıkan Yunar Kriyaniç gibi bir filozof, politika olarak Osmanlı Slavları’nın Polonya’nın önderliğinde bir irredantizme, bir kurtuluş hareketine gitmesini önermiştir. ve giderek bu fikirler Rusya’ya yönelmiştir. Büyük Petro’nun babasına sunulan lahiyada, Rusya’nın modernleşmesi, batılılaşması tavsiye ediliyor. Ancak bu sayade Rusya kuvvetlenecek ve Slavlar’ın hürriyete kavuşmalarında öncülük yapabilecektir. Hiç şüphesiz ki Osmanlı İmparatorluğu’nun bir imparatorluk olması, yani tabanın dini işlerini rahatça yürütebilmesi hatta bunun teşvik edilmesi, kendi okullarında ve kendi dilinde eğitim yapabilmesini teşvik etmesi, teşvik etmese bile göz yumması, bu işi kolaylaştırmıştır. Ne var ki Slav milletlerinin bu önündeki bu milli uyanışta bilhassa maarif hizmetindeki en önemli engel Türkler, Türk idaresi, Bab-ı Ali değildi. Onların dini işlerine, mali işlerine, maarif işlerine bakmakla yükümlü olan Rum-Ortodoks Patrikhanesi’ydi. Demin sözünü ettiğimiz Aprilov öncülüğünde gelişen Bulgar maarifi, bir yerde kilisede Bulgarca ibadeti bile sağlayamamakla mükellefti. Evet, ücra Bulgar köylerinde cahil papazların, Helen unsurun uğramadığı kiliselerde Bulgarca halen din diliydi. Bulgar milli hareketi, kiliselerine özerklik istediği zaman en başta buna karşı çıkan sırf Fener değildi. Fener’i korumayı bir iş edinen, politika olarak takip eden, Rusya da onların tarafını tuttu. Ne var ki, gururu incinen ve ümitsizliğe kapılan, Ortodoks Bulgarlar, bu sefer Katolik Kilisesi’ne meylettiler. Roma, doğu katolikleri için ayrı bir statü tanıyordu, uniyat adı altında öyle ki, kilise dili resmi dil olacaktı Ermeni katoliklerde, Süryani katoliklerde, Kopt katoliklerde, Ukrayna Katolik Kilisesi’nde ve şimdi de Bulgarlar’da ve Makedonlar’da olduğu gibi. Hatta ruhanileri de yerel rahipler ve halk seçecek halkın temsilcileri, Katolik Kilisesi Roma da bunu tastik edecekti. Bu tatbik edilmiştir. Bulgar katolik Kilisesi de ortaya çıktıktan ve taraftar çekmeye başladıktan sonra - 1860’lar - Rusya hatasını anlamış, Fener’e karşı Bulgar kilisesinin özerkliğini desteklemiştir ve Rus-Türk savaşından evvel, Bulgar otonom kilisesi hayata geçmiştir. Hiç şüphesiz ki Bulgar maarifi, Bulgar Kilisesi’nin birarada yürüyüşü, yayın hayatının genişliği bunu gösterir. Bu bir imparatorlukta olur. İlk Bulgar gazetesi süreli yayın organı nerede çıkmıştır? Ne bugünkü Bulgaristan’da ne de Avrupa’da, İzmir’de. İzmir’deki bir Bulgar tacir olan Fotinov, Lyuboslovie adlı sırf haber değil edebiyat, tarih ve ideolojiden söz eden gazetesini hayata çıkarmıştır. Arkadan Kristos Tapçlişte’nin ikinci bir gazeteyi çıkardığını biliyoruz. Osmanlı Devleti’nde Arap milliyetçiliği, daha çok Araplık etrafında cereyan etmiştir. Ve müslümanlığı Arap tarihine bağlayarak kendini ifade etmiştir. İster hristiyan Butrus EI-Bustani veya müslüman Abdurrahman Kavakibi gibi mütefekkirler olsun, isterse diğerleri. Araplık müslümanlığı bile milli motifleri içinde yorumlamaya başlamıştır, bilhassa hristiyan araplar, fakat üzerinde durdukları ne bir siyasi ayaklanmadır, ne de bir bağımsızlık hareketidir. Hilafetin Türkler’de değil Kureyş mensubu Araplar’da olmasını ileri sürmektedirler. Bilhassa bu son durum 2. Abdülhamit Devri Osmanlı idaresini son derece kızdırmıştır. O kadar ki padişahın emirleriyle maverdenin ahkamı saltanı adlı eseri veya hilafetin encamından bahseden modern Arapların kitaplarının toplatılıp hamam külhanında yaktırıldığı malumdur. Pekala hakimiyetin korunması bakımından makul görülen bu hareketi 2.Meşrutiyet’ten sonra, 31 Mart Vakası’ndan sonra Abdülhamid’in hallinde onun aleyhinde bir delil olarak kullanılır. Fetva makamında ve makamı tarafından ileri sürüldüğü ve hal vakası tahttan indirlişin temellendirildiği bilinir. Osmanlı İmparatorluğu’nda siyonizm farklı bir yönde gelişmiştir. Theodor Herzl başkanlığındaki siyonistler yani modern milliyetçiler ilk başta sadece kültürel bir otonomi ve giderek bölgesel bir idari otonomi peşinde koşmuşlardır. Hatta bunun için Osmanlı Devleti’ne tamamıyla sadakat, mali zorlukları halletme ve borçları önleme teklifiyle padişaha çıkmışlardır. Hiç şüphesiz ki bu otonomi, özerklik talebi de reddedilmiştir ama gelen siyonistlerin de bir kısmı yerleşme izni alamasa da yerleşme de başlamıştır. İlk önce bugünkü Hayfa civarında yani o zaman Beyrut vilayetine tabi olan bölgelerde satın alınan çiftliklerde koloniler kurulmaya başlamıştır ve bu kolonilerde etrafa verilen hizmetle sulhçu bir yerleşme imkanı aranmıştır. Şunun üzerinde açıkça durmalıyız, bu başka bir gelişmeye öncülük edebilir miydi?Birinci Cihan Harbi ki, bu tip yerleşmelerde İngilizlerle işbirliğine sebep olmuş ve İngiltere’nin bölgedeki ilerlemesiyle de bir Yahudi devletinin kurulması Lord Balfour’un deklerasyonuyla ortaya çıkmıştır. Hiç şüphesiz ki Filistin’de Yahudiliğin ve siyonizmin yerleşmesi doğrudan doğruya ikinci harp öncesi ve sırasındaki Nazi Holocaustuyla ilgilidir. Zaruri göç ve yerleşmeyle o bölgede bir nüfus artışı ve kuvvetlenme göz önünde bulunmuştur. Kala kala Arnavutluk kaldı. Arnavut milliyetçiliği var ama o milliyetçiliğin aynı zamanda Türk milliyetçisi olduğunu görürsünüz. Şemseddin Sami gibi mütefekkir ve alim bir Arnavut Fraşeri hanedanından eserlerinde Arnavut milliyetçiliği kadar Türk milliyetçiliği yatar. Arnavutlara ilk tiyatro eserlerini ve Türklere ilk romanı, Arnavutlara ilk grameri Türklere bir imla ıslahatı ve Arnavutlara da Latin harflerini o getirmiştir. Hiçbir zaman imparatorluğun parçalanması Arnavutluk’un istiklali şöyle dursun bu imparatorluğun kuvvetli olmasını istemiştir ve bunu da garip bir şekilde Türk milliyetçiliğiyle yapmıştır.Milliyetçilik Osmanlı düzeninin yıkılması demektir ve o düzenin bir daha tesisi mümkün değildir. Bahsettiğimiz millet sistemi, dini kompartmana dayalı millet sistemi de etnik aidiyetin kuvvetlenmesiyle ön planda Balkanlarda fire vermiştir ve bu kaçınılmazdır çünkü Osmanlılık klasik bir imparatorluk yapısının yeniçağlarda Avrupa topraklarında yaşaması demektir. Bunu büyük bir başarıyla birkaç asır yürütmüşse de kaçınılmaz akibet gelmiştir.
İlber Ortaylı